Seyyid Nasrallah'ın Tarihi Röportajı (5)
RÖPORTAJ, 17 Eylul 2020 14:08İmam Hamenei'nin resmi sitesi olan Khamenei.ir Lübnan Hizbullah'ı Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah ile bir röportaj gerçekleştirdi. İlk kez yayınlanan bu röportajın beşinci bölümü
İmam Hamenei'nin resmi sitesi olan Khamenei.ir Lübnan Hizbullah'ı Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah ile bir röportaj gerçekleştirdi. İlk kez yayınlanan bu röportajın beşinci bölümü
Suriye bu durumla karşılaşmadan ve İran, Hizbullah ve Suriye ile Dr. Beşar Esad hükümeti bu seçeneği seçmeden önce başka seçeneklerin uygun olup olmadığı araştırıldı mı? Ya da başından itibaren başka bir yol yok muydu?
İlk seçeneğimiz müzakere idi ve siyasi bir çözüm önceliğimizdi. Suriye hükümeti, İran'daki kardeşlerimiz ve Hizbullah'tan biz Suriye muhalefetiyle sayısız kez temas kurduk ve onları siyasi bir çözüme ulaşmak için müzakereye davet ettik. Ancak onlar siyasi müzakere ve tartışmaları kesinlikle reddettiler. Suriye hükümetinin iki ya da üç ay içinde devrileceğine inanıyorlardı. Suriye muhalefetindeki bazı nüfuzlu kimselerin bizim ölüyü diriltmeye çalıştığımızı söylediğini hatırlıyorum! Şam hükümetinin işinin bittiğini ve böyle bir hükümetle müzakereyi kabul etmeyeceklerini söylediler. Bu onları yanlış hesaplarıydı zira siyasi bir çözüm için müzakere etmeyi kesin bir dille reddettiler. Daha büyük hesap hataları ise Suriye'deki esas hedefleri olan askeri harekete çok erken geçmeleri oldu. Daha önce söylediğim gibi onların hedefi Suriye'de demokrasi ya da reform yapmak değildi. Onların esas amacı Şam hükümetini devirmek, Suriye ordusuna saldırmak ve ülkedeki denklemleri değiştirmekti. Evet, doğru. Suriye hükümeti ile müttefikleri silahlı direnişi tercih ettiğinde başka bir seçenek yoktu.
Ayetullah Hamaney'in her zaman üzerinde durduğu önemli konulardan biri İslami mezheplerin yakınlaşması ve farklı İslami mezheplere mensup kişilerin barış içinde bir arada yaşayarak birbirlerine karşı hiçbir şekilde düşmanlık etmemesiydi. Biz hem Şiilerin hem de Sünnilerin düşmanı olan bazı hareketlerin, yabancıların propaganda ve politikalarının etkisiyle dini tartışmalardaki yangına benzinle gittiğini görüyoruz. Ayetullah Hamaney'in desteklediği ve İmam Humeyni'nin (r.a.) de üstünde durduğu İslami mezheplerin yakınlaşması politikası hakkındaki görüşünüz nedir? Bu politika neleri başarmıştır? Ve an itibariyle bu politikayı hangi meselelerin tehdit ettiğini düşünüyorsunuz?
İlk olarak bu, Ayetullah Humeyni'nin Müslümanlar arasında İslami vahdet, dayanışma, İslam mezheplerinin yakınlığı ve Müslümanlar arasında bir araya gelme, işbirliği ve koordinasyon ruhunun yaygınlaşması başlığı altında gündeme getirilen temel ilkelerden birisidir. İran İslam Cumhuriyeti bu politikayı her zaman destekledi. Ayetullah Hamaney de liderlik görevini aldıktan sonra bu politikayı güçlü bir şekilde izledi. Her zaman üzerinde durdu. Gerçek şu ki bu aynı zamanda Hz. Muhammed (s.a.v) ve Kur'an'daki gerçek İslam'ın politikasıdır. Müslümanlar arasında vahdet ve İslam mezheplerinin yakınlaşması politikası bütün Müslümanların izlemesi gereken İslami bir mantıktır.
Bu bağlamda çok çaba harcandı. İran'da İslam İnkılabı'nın zaferinin ardından bölgede ve hatta dünyada İslami gruplar ve Müslüman alimler arasında kapsamlı ilişkiler geliştirildi. Daha da ötesi İslami mezhepleri yakınlaştırma politikasını desteklemek için yıllar boyunca çok sayıda kongre ve konferans düzenlendi. Şüphesiz İmam Humeyni (r.a.) ve aynı zamanda Ayetullah Hamaney'in Filistin davası karşısındaki tavırları Müslümanların tek bir bayrak altında yani Filistin davasının çevresinde toplanmasında önemli bir rol oynadı.
Bu konuda çok çaba harcandı. İslami mezheplerin yakınlaşması politikasının güzel sonuçları ve başarılarını ararsak son yıllara bakmalıyız. Zira 2011 yılından beri en tehlikeli olay, bölgede Şiiler ve Sünniler arasında inanç ve kabile temelinde fitne ve ayrılık yaratmayı hedefleyen ABD ve Suud projesiydi. Bu, Suriye, Irak, Yemen ve Bahreyn'de yaşananlardan daha tehlikelidir. Size dört yıl öncesini hatırlatıyorum. Şu anda beşinci yıldayız. ABD – Suud koalisyonu Yemen'e karşı askeri harekata giriştiği zaman Mescid-i Haram'ın Cuma İmamı, Cuma Namazı sırasında Yemen'deki savaşı Sünni – Şii savaşı olarak duyuruyordu. Suudiler Suriye savaşını da etnik ve dini bir savaş olarak sunmaya çalıştı. Bölgedeki çeşitli savaşları mezhebi ve kabilesel çatışma olarak gösterebilmek için medyada çok çaba harcandı ve büyük miktarda para döküldü. Tüm bu çabalar başarısızlığa uğradı. Şiiler bu mantığı reddetti. Çok sayıda Sünni alim ve Sünni figür bu mantığı reddetti. Bu, 30 yıldır izelenen politikanın sonuçlarından biriydi.
Şii ve Sünniler arasındaki ilişkiler, İran İslam Cumhuriyetinin çabaları ve aynı zamanda İmam Humeyni (r.a.) ile Ayetullah Hamaney'in duruşları Dünya Müslümanları arasında sağlam ilişkiler yarattı ve böylece İslam Dünyası Şiiler ile Sünniler arasında bir iç savaş çıkarmayı hedefleyen en büyük fitneyi bertaraf etmeyi başardı. Elbette ki bu aşamayı başarıyla geçmemize ve çok sayıda tehlike atlatmamıza rağmen bu poltikayı sürdürmeliyiz.
ABD ile Suudi Arabistan'ın bölgede fitne çıkarma çabalarında ağır bir mağlubiyet aldıklarına ve Irak'taki hadiseleri Sünni – Şii savaşı gibi göstermede başarısız olduklarına inanıyorum. Sünnilerin, Şiilerin, Iraklı Şii ve Sünni göçebelerin hepsinin IŞİD'e karşı durduğunu ve bunun öncesinde ABD işgaline direndiklerini gördük. Suriye'de de insanlar, Suriye ordusu, halk güçleri ya da müttefik güçler, yani IŞİD, Nusra Cephesi ve diğer terörist gruplara karşı savaşanların çoğu Sünni idi. Yani Suriye'de Şiiler ve diğer İslami mezhep mensuplarıyla yan yana savaşanların çoğu Sünni idi.
Sonuç olarak Yemen ya da diğer ülkelerde şu ana kadar yaşananlara dayanarak bölünmeyi teşvik eden projelerin başarısız olduğuna inanıyorum. Bunun anlamı İslam Ümmeti'nin mezhepsel çatışmalardan etkilenme riskinden büyük oranda kaçınmasıdır. Bu başarıyı sağlamlaştırmak için bu stratejiyi sürdürmeliyiz. Gelişen ilişkiler, işbirliği, Filistin davasına destek, ABD'ye direniş ve bölge halklarının savunulması Müslümanlar arasındaki vahdet ve dayanışmayı güçlendirebilir.
Filistin halkının, İslam İnkılabı'nın ve Direniş hareketinin düşmanları zaman zaman Filistin halkının Sünni oluşu ile ilgili propaganda yapıyor. Filistin halkının başka özelliklerine de atıf yapılıyor ve sonuçta İran halkı Filistinlilere karşı şüpheci bir bakış açısına sahip oluyor. 'İran neden Sünni bir milleti desteklesin?' sorusu ile kafaları karıştırmaya çalışıyorlar. Ancak biz Ayetullah Hamaney'in her zaman Filistin davasının Müslüman dünyanın en önemli sorununu temsil ettiğini vurgulamakta olduğunu ve Filistin konusunda asla bir Sünni – Şii bakış açısına benimsemediğini gördük.
Komutanın bu duruşu Filistin'in Siyonistler tarafından işgal edilmesinden bu yana sabittir. Ulema, fukaha ve Necef ve kutsal Kum şehirlerinin bütün merce'leri ve bütün dünya Şiileri tarafından da aynı duruş gösterilmektedir. Bunun da ötesinde eğer haklarında öyle söylemek uygunsa geleneksel ve devrimci olmadıkları söylenen büyük ulema ile merce'lerimiz de Filistin davasını desteklemekte ve gasıp İsrail'i suçlayıp Filistin'e yardım sağlamaktadır. Hepsi de sadaka ve İmam'ın payının bir kısmının Filistin Dİrenişi için harcanması konusunda yazılı izin vermişlerdir. Merce'nin İmam'ın payının harcanması konusunda genellikle dikkatli olduğunu biliyorsunuz ancak onun tamamının ya da bir kısmının Filistrin direnişi için harcanmasına izin vermişlerdir. Şimdi, Filistin direnişinin mensupları kimlerdir? Filistin direnişinin üyeleri Sünnidir, Şii değil. Hatta çoğu İslamcı bile olmayıp milliyetçi ya da sol eğilimleri vardır. Merce'miz yardım için herhangi bir ön koşul koymamış ve Filistin'in özgürleşebilmesi için İmam'ın payının Filistin Direnişine verilmesine onay vermiştir. Yani büyük bir feraset ve şuur mevcuttur.
Filistin sorunundan konuşuyorsak, Ayetullah Hamaney'in de pek çok fırsatla işaret ettiği gibi, eğer bozulmamış ve yasal, dini, ahlaki ve insani ilkeler açısından meşruiyeti açık bir sorun için bütün dünyayı araştırsak o sorun Filistin sorunudur. Düşman sahip olduğu bütün araçlar ve çeşitli silahlarla bizi Filistin davasından uzaklaştırmaya çalışmaktadır. Örneğin geçmiş yıllarda Filistinli suikast bombacıları, terör eylemleri düzenlemeleri için Şiilerin yaşadığı bölgelere gönderilmişti. İşte bu yüzden birkaç yıl önceki Kudüs gününde şunları söyledim: 'Neden Filistinlileri gönderiyorsunuz? Neden kadın ve çocuklarımızı öldürmek için onları kiralıyorsunuz? Eğer bizi Filistin davasından uzaklaştırmak istiyorsanız bizi her yerde öldürün: her kapıda, her mescidde ve her Hüseyniye'de. Bizler Emir El Mü'minin İmam Ali'nin (a.s.) Şiasıyız ve Filistin'in, Filistin halkının ve İslam Ümmeti'nin Filistin'deki kutsal kurumlarının elimizden alınmasına izin vermeyeceğiz.' Bu çabalar teori ve pratikte bilinmektedir. Şüphesiz ki bu Hakikatin ve İslam'ın meselesidir ve İran İslam Cumhuriyeti, biz ve bütün Müslümanlar dini ve kutsal bir görev olarak bu dava için harekete geçmeliyiz.
Bu konunun önemine binaen iki soru sormak istiyorum. İlki, Ayetullah Hamaney'in İslami mezheplerin yakınlaşması politikası hakkında genel düşüncesi netti ve rehberlik makamına geçmesinin başından bu yana bir yakınlaştırma hareketi başlattı. Onun Şii ve Sünnilerin birliği ve yakınlaştırma diyaloğu hakkındaki eylem ve görüşleri ile ilgili daha somut örnekler verebilir misiniz? Örneğin onun Sünnilerin mukaddesatına saygısızlığın haram olduğuna dair fetvası ve benzerleri gibi. İkinci olarak da bazıları Lübnan, Irak, Yemen ve Bahreyn gibi İslam ülkelerinde son yıllarda ortaya çıkan meselelerin İran ve Suudi Arabistan arasındaki anlaşmazlıklardan kaynaklandığını ve diğerlerinin onların adına çatışmaya girdiğini iddia ediyor. Bu ne kadar doğru?
İlk soruya cevap olarak 'mezhepleri yakınlaştırma Kongresi'nin teşekkül etmesi, İran'da çok sayıda konferans düzenlemesi, Komutanın bu toplantılara özel bir dikkat göstermesi ve katılımda ısrar etmesi ve dinleyiciler ile dünya Müslümanlarına hitaben yaptığı konuşmalar gibi yakınlaşmayı teşvik eden hareketleri verilebilir. İran'daki İslami vahdet konferanslarında Lider'in bütün güvenlik ve diğer önlemleri göz ardı ederek Şii ve Sünni alimlerin arasında durduğunu ve onlarla görüştüğünü defalarca gördük. Onun bu davranışının esas sebebi İslami cemaatler ve Müslüman ulema arasında vahdet kültürünü yayma ihtiyacının üzerinde durmasıydı. O yüce şahsiyet ulema arasında birliği sağlayacak toplantıları desteklemiştir.
Biz de Lübnan'da 'Müslüman alimler toplantıları' düzenliyoruz ve bunlar İslami mezhepleri bir araya getirmek için güzel ve başarılı örnekler. Bu toplantılara çok sayıda Şii ve Sünni alim katılıyor. Bu toplantıları organize eden kardeşlerimiz ne zaman Müslüman alimler toplantısı için İran'a gidip Komutan ile görüşse böyle toplantıların düzenlenmesi ile ilgili onun takdiriyle karşılaşıyor ve Komutan böyle toplantıların diğer İslam ülkelerinde de desteklenmesinin gerekliliğine vurgu yapıyor. Komutan geçtiğimiz yıllarda bazı cesur duruşlar segiledi. Bu yıllarda Şii ve Sünnileri ayırmayı hedefleyen pek çok çabayla karşılaştık ve maalesef Vahhabi ve Tekfirci hareketlerin yanında Sünniliğe atfedilen Safa ve Vesal gibi uydu kanallarında Şiilik ile ilgili yalanlar söylenerek onun tekfir edilmeye çalışıldığını gördük. Şiilikte kesinlikle olmayan bazı inanışların olduğunu iddia ediyorlardı.
Tayfın diğer yanında ise aslında Şiilikle bir işi olmayan ama Şii toplumuna, figürlerine ve gruplarına atfedilen ve 'İslam Ümmeti', 'özgürlük' ve 'mukaddesatı savunmak' gibi mevcut fikirlerin hiçbirini önemsemeyen bazı uydu kanalları mevcut. Bu uydu kanallarının tek görevi karşı tarafı eleştirmek için hakaretler ederek Şii ve Sünnileri bölmek. Komutanın 'Londra merkezli Şiilik' dediği grup işte bunlar.
Şii olsun Sünni olsun her bir topluluğa atfedilen bu uydu kanallarının faaliyetleri ikisinin de tek bir güç tarafından yönetildiğini gösteriyor. Örneğin Şiiliğe atfedilen bazı kanalların Hz. Muhammed'in (s.a.v.) bazı eşleri ve ashabına hakaret ettiğini görüyoruz. Sonra da Vahhabi kanalları bunları yayınlıyor. Bu da her kanalın Şii ve Sünniler arasında fitneyi ve mezhepsel çatışmaları canlandırmak için tamamlayıcı rol oynadığı anlamına geliyor. Bunun elbette Müslümanlar için tehlikeli sonuçları var. Lübnan ile Suriye ve Mısır gibi diğer ülkelerde yaşayan ve aynı şekilde bunun çok tehlikeli olduğuna inanan önemli Sünni alimlerle meseleyi tartıştım. Biz sadece tek bir kişinin bu problemi çözebileceğine ve bu dalgaya karşı durabileceğine inanıyoruz. Zira bunun için cesaret ve üst düzey bir pozisyon gerekiyor ki böylece fitnenin tamamen yenilmesi için bağımsız bir duruş sergilenebilsin.
Birkaç yıl önce Komutan ile yaptığım bir görüşmede bu konu ve isimlerden bahsettim. O da şunu söyledi: 'Hadiselerin çok tehlikeli olduğu doğrudur. Mezheplerin önemli şahsiyetlerine hakaret etmek en kötü şeylerden birisidir ve bu olayla ilgili güçlü bir duruş benimsememiz gerekmektedir.'
Birkaç yıl önce Komutan Kürdistan bölgesine giderek Senendec şehrinde bir konuşma yapmıştı. O toplantıda Sünni figürlere hakaretin haram olduğu gerçeğinin üzerinde durdu. Bu konuşmanın üzerinden fazla geçmemişti ki sözde Şii uydu kanalları Seyyide Aişe hakkında aşağılayıcı yayınlar yapmaya ve Şiilerin daha önce kullanmadığı ifadelerle onu suçlamaya başladı. Bu olay Müslümanlar arasında büyük bir fitneye neden olabilirdi.
Daha sonra bazı dini uzmanlar İnkılab Liderine bir mektup yazarak İslami mezheplerin önemli şahsiyetlerine hakaret hakkında soruşturma ve ilgili yasaların uygulanması talebinde bulundu. Komutanın cevabı çok güçlü ve netti. Bu cevabın Arap ve İslam ülkeleri üzerinde önemli bir etkisi oldu. Komutanın Senendec'deki konuşması ile alimlerin Şii ve Sünniliğe atfedilen kanallar hakkında soruşturma talebine verdiği net cevabın fitnenin önünü kestiği ve çekişmeleri canlandırmak isteyenlerin amaçlarını nafile kıldığına sizi temin ederim. Daha da ötesi, Allah'ın lütfuyla, Kum ve Necef'teki değerli merce'ler o dönem ayrı ayrı bildiriler yayınlayarak Şii toplumunun gerçek pozisyonunun Ayetullah Hamaney'in açıkladığı şekilde olduğunu duyurmuştu.
Sorunun ikinci kısmına yanıt olarak bölgedeki gelişmelerin bir Suud – İran çatışması olarak yorumlanmasının hata olduğunu söylemeliyim. Bölgedeki çatışmalar İslam Cumhuriyeti kurulmadan önce de yani Sovyetler Birliği ile Amerika Birleşik Devletlerin çatışmaların karşı taraflarında olduğu zaman da mevcuttu. Buna ek olarak İran İslam Cumhuriyeti kurulmadan önce de bölgede Arap – İsrail çatışması vardı. Arap – İsrail çatışması İslam Devriminin zafere ulaşmasından önce yani 1948'de mevcuttu. Yani Suudi Arabistan'ın bölgedeki çoğu ülke ve çoğu direniş grubuyla sorunu İran İslam İnkılabının zaferinin öncesine kadar gitmektedir. Bu iyi bilinen bir gerçektir. Daha sonra, İran İslam İnkılabı muzaffer olunca ve ABD'nin en iyi dostlarından birisi olan Pehlevi rejimi yıkılınca İran'da İslam Cumhuriyeti kuruldu ve Filistin davasını, direniş örgütlerini ve mazlumları desteklemeye başladı. Suudi Arabistan ilk andan itibaren İslam Cumhuriyetine düşmanlığını açıkladı. Elbette ki İmam Humeyni (r.a.) İnkılabın ilk günlerinden itibvaren bütün Arap ve İslam ülkelerine dost eli uzatmıştı. Buna rağmen El Suud, İran İslam Cumhuriyetinin mevcudiyetini ABD'nin, İsrail'in, tiranların ve otokratların, ayrıca Washington ve Tel Aviv'in bölgedeki paralı askerlerinin çıkarlarına bir tehdit olarak görmüştü. Suudi Arabistan bu yüzden İslam Cumhuriyetine düşman kesildi.
Onlar İran – Irak savaşında Saddam'ın yanında olduklarını ve Saddam'ı desteklemek için 200 milyar dolar ödediklerini söylüyor. Ancak o zamanlar petrol ucuzdu. Suudi prenslerinden birisi olan Nayif'in birkaç yıl önce Suudi Arabistan'ın Saddam'a daha fazlasını ödemeye muvaffak olsaydı bunu yapacağını söylediğini hatırlıyorum. Yani Suudi Arabistan, İran İslam Cumhuriyetine karşı düşmanlık, savaş ve komploların öncüsüdür. Diğer yandan Suudi Arabistan'a dostluk elini uzatan ise İran olmuştur. Suudi Arabistan'ın İran ile ilgili sorunu temelde Suudi rejiminin Filistin ve bölgede direnişi destekleyen ülkelerle ilişkisini kötü etkileyen sebeplerle ilişkilidir. Bu bir gerçektir. İran ile Suudi Arabistan arasında bir vekalet savaşı söz konusu değildir.
Suudi Arabistan, İran İslam Cumhuriyeti'nin Lübnan'daki pozisyonuna bakmaksızın ve hatta İslam İnkılabının zaferinden önce her zaman direniş gruplarının karşısında yer almıştır. Yani bizim Suudi Arabistanla sorunumuz İran'ın duruşu ile ilgili değildir. Suudi Arabistan'ın tarih boyunca Filistin direnişine karşı duruşunun da İran ile bir ilgisi yoktur. Örneğin Suudi Arabistan ile Mısır'daki Cemal Abdunnasır arasındaki büyük düşmanlığın yaşandığı dönemde İran'da İslam İnkılabı henüz gerçekleşmemişti. Yani İslam Cumhuriyetinin kuruluşundan önceki dönemde yaşanan ihtilafların kendi açık sebepleri vardı. İran İslam İnkılabı zafere ulaştığında ve İslam Cumhuyriyeti İslam ve Arap Ümmetinin sorunlarıyla ilgilenmeye başladığında Suudi Arabistan da İran'a düşmanlık etmeye başladı. Hakikat budur.
Suudi Arabistan ile ilgili konuşmanın sonunda Komutanın geçenlerde yaptığı bir konuşmaya değinmek istiyorum. Komutan birilerinin Suudi Arabistan'ı füzeler ve nükleer silahlarla donattığına atıfla 'üzülmüyoruz zira bu techizat yakında İslam savaşçılarının eline geçecek.' demişti. Komutanın bu açıklamasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Suudi Arabistan'ı yöneten rejim yaşlıdır. Çok yaşlı ve yıllanmıştır. Belki de bu rejim doğal sebeplerden ötürü son dönemine gelmiştir. El Suud ailesi son yüz yıldır diğerlerine karşı her türlü zulmü işlemiş olup kendi halkının varlıklarını yağmalamıştır. Rejimin her yerini yolsuzluklar sarmıştır ve bu ülkede özgürlüklere yönelik baskılar tepe noktasına ulaşmıştır. Ek olarak Suudi aile üyeleri içinde güç tekeli son yüzyılda zirve yapmıştır.
Ancak bu rejimin sonunu getirecek olan şey mevcut yetkililerin performansı olacaktır. Bu performans hem görünüş hem de eylem metodu olarak Suudi Arabistan'ın önceki yetkililerinden tamamen farklıdır. Örneğin Veliaht Prens Muhammed bin Selman, Yemen'e savaş açmıştır ve şimdi onun bu ülkede korkunç suçlar işlediğine şahit oluyoruz. Böyle bir karar yani Yemen'e açılan savaş ve sivillere karşı işlenen suçlar şüphesiz Suudi rejiminin geleceği üzerinde olumsuz bir etki yapacaktır. Diğer yandan Suudi Arabistan'ın başka ülkelerin işlerine açık bir şekilde müdahalesi, diğer faktörlerle birlikte bu rejimin geleceğini etkileyecektir. Örneğin Arap dünyasında Suudi yetkililerin her ülkeye müdahil olduklarını ve kendilerini halklardan yana göstermeye çalıştıklarını görüyoruz.
Son 40 yılda Suudi Arabistan'ın kendisini tüm ülkelerin dostu olarak takdim etmeye çalıştığını ve başkalarına yardım eden iyi bir devlet rolü oynadığını görüyoruz. Ancak ilk kez pek çok Arap ülkesinden 'Kahrolsun Suud' sloganının yükseldiğini duyduk. İlk kez hükümetler kadar siyasi ve milli grupların açıkça Suudi Arabistan'ın suçlarına ve Arap ülkelerine müdahalesine açıkça karşı çıktığını gördük. Suudi Arabistan'ın Bahreyn, Yemen, Irak, Afganistan ve Pakistan'a müdahaleleri görülebilir. Şu anda askeri bir çatışmanın yaşandığı Libya'da bile taraflardan birisi Suudi Arabistan ile BAE'nin Trablus ile Libya'yı yok etmek için entrika peşinde olduğunu söylüyor.
Bugün çok sayıda Arap ve İslam ülkesi, çok sayıda insan, parti, hareket, alim ve hükümet Suudi Arabistan'ın tavrından tiksinmekte ve ona karşık çıkmaktadır. Suudilerin Filistin sorunu ve özellikle sözde Yüzyılın Anlaşması karşısındaki duruşları da buna etki etmiştir. Suudi Arabistan'ın Trump karşısındaki zilleti, onursuzluğuı ve rezilliği Suudi yöneticilerin onur ve iktidarının altını oymaktadır. Suudiler daima kendilerini başkalarından bağımsız, şerefli ve Kutsal mekanların hizmetkarı olarak takdim etmişlerdir. Trump'ın son Suudi Arabistan ziyareti ve buradaki kutlamalarda yaptığı açıklamalar dikkate değer. Trump'ın Suudi Arabistan hakkındaki son açıklamarına bakın. 'Suudi Arabistan kralını aradım ve onu sevdiğimi söyledim.' O, Suudi Arabistan kralına şunu söylediğini aktarıyor: 'Senin çok paran var ve biz seni desteklemek için çok para ödedik. Bunun karşılığını ödemelisin.' Trump, New York'taki bir dükkanda 100 dolar kazanmaktan çok kolay bir şekilde Riyad'dan çok büyük miktarlar aldığını söyledi. Suudi Arabistan'a, medyasına, yetkililerine bakın. Mutlak sessizlik hakim. Onların dostları ve medyaları da tek kelime etmedi. Bu nihai bir zillettir. Trump benzer açıklamalar yaparak Suudi Arabistan ile alay etmekte ve aşağılamaktadır. Amerikalılar Suudilere gülmekte ve onlarla dalga geçmektedir.
Eğer İslam dünyasından birisi Suudiler hakkında benzer açıklamalar yapsaydı çok kızacaklardı.
Kesinlikle. Hatta o ülkenin liderleriyle diplomatik ilişkileri kesip onları tekfir ederler ve idam cezası verirlerdi. Suudi Arabistan tarihinde böyle bir zillet, değersizlik, zayıflık ve skandal yaşamamıştır. İşte tam bu yüzden mevcut Suudi yöneticilerin iktidarda çok uzun kalamayacağını düşünüyorum. İlahi ve tarihi sünnet ve tabiat kanunları onların uzun süre dayanamayacağını gösteriyor.
ABD'yi IŞİD projesinde nasıl yendik?
Son birkaç yılda bazı İslam ülkelerinde halk ayaklanmalarına şahit olduk. Yemen'de halk ayaklandı. Bahreyn'de de halk ayaklanmasına tanıklık ettik ancak bunların hepsinde Suudi Arabistan, bölgede İslami ve Anti Siyonist yönetimler kurmayı hedefleyen halk ayaklanmalarını bastırmak için müdahale etmeye çalıştı. Bildiğiniz gibi Ayetullah Hamaney Siyonizim ile mücadele edecek genel bir hareket kurarken halkın rolüne her zaman vurgu yapmıştır. Yani Direniş hareketinin attığı bazı adımlarda bile o, bölge halklarına odaklanmış ve insanların ayaklanacağına dair umutları ayakta tutmuştur. Hatta Filistinli bazı liderler davanın aleyhine bir takım anlaşmalar imzaladığında bile Filistin halkının buna karşı çıktığını söylemiştir. Sonuç olarak onun halkın rolü üzerinde durduğunu düşünerek, Ayetullah Hamaney'in bakış açısı ve onunla yaptığınız görüşmeler temelinde,İslam dünyasında yaşanan gelişmelerde halkın rolü hakkında değerlendirme ve analizleriniz nedir?
Komutandan (Allah onu muhafaza etsin) halka açık konuşmalarda, halka açık toplantılarda ya da özel toplantılarda duyduğumuz şey onun her meselede kitlesel halk hareketlerinin rolüne yaptığı vurgu oldu. O, eğer bir örgütlenmeniz varsa bu örgütün destekçilerinin ve halkın kalbinde bir yeri olması gerektiği ve hiçbir örgüt ya da partinin harekete dahil olan insanlardan ayrılamayacağının üzerinde her zaman durmuştur. Gerçek güç halkın varlığının verdiği güçtür. Elbette biz bunu İran İslam İnkılabı'nın zaferinde gördük. Lübnan Hizbullah'ı konusunda da böyle bir tecrübemiz var. Hizbullah olarak Lübnan'daki gücümüzün tek kaynağı askeri yetenekler değil aynı zamanda bu örgütün farklı grupların tabanından aldığı destektir.
Filistin'de de İsrail'in saldırı ve Yüzyılın Anlaşması gibi komplolarına karşı savaşanlar Filistin halkıdır. Filistin direniş hareketleri Filistin halkının desteği sayesinde direnebilmekte, savaşabilmekte ve pozisyonlarını güçlendirebilmektedir. Bugün Yemen'de halkın varlığı ve sevgili kardeşimiz Seyyid Abdülmelik El Husi liderliğindeki Ensarullah'a desteği olmasaydı beşinci yılına giren savaşta mücadeleyi sürdürebilir miydi? Yemen'in Sadaa ve Sana gibi pek çok şehrinde savaş, kolera gibi salgın hastalıklar ve kuşatma gibi pek çok soruna rağmen büyük bir halk desteği görüyoruz. Yemen halkı her şeye rağmen erkek ve kadın, yaşlı ve genç her fırsatta caddelere dökülmekte ve halkın bu desteği Yemen ordusu ile halk güçlerine Suudi-Amerikan işgaline direnme gücü vermektedir.
Başka bir örnek de Irak'tır. IŞİD'e karşı duran kimdir? Irak'ta halk IŞİD'li teöristlere karşı durmuştur. Irak'ta Merce'nin fetvası ve Ayetullah Hamaney ile İran İslam Cumhuriyeti'nin desteğinin ardından IŞİD'e karşı direnmeyi başaranlar Irak halkı ile Halk Güçleridir. Eğer Irak halkı Halk Güçlerini, orduyu ve Merce'yi desteklemeseydi Tekfirci teröristlere karşı direniş ve onlara galebe çalmak mümkün olmayacaktı. Her yerde durum aynıdır. Yani halkın tepkisi temel bir meseledir.
On yıllardır yaşanan komplo ve aldatmalara rağmen bugün Filistin davasını canlı tutan şey, ABD'nin bölgede Filistinlileri birbiri ardına hedef alan plan ve entrikalarını yenen esas faktör, hükümetlerin duruşu değil halk desteği olmuştur. Zaferin kaynağı her zaman halkın duruşu, ulusların ayaklanışı, meselelere gösterdiği itina, müdahaleleri, fedakarlıkları ve direnişi olmuştur. Lübnan edebiyatında şöyle bir söz vardır: 'Halk ve direniş deniz gibi yani su ve balık gibidir.' Balık suyun dışında yaşayamaz. Bunun anlamı hiçbir direniş hareketinin halk dışında ve geniş halk desteği olmadan direnip kazanamaz.
Irak'tan bahsettiniz. Geçen yıllarda Irak'ta çok önemli olaylara şahit olduk. Bu dönemde iki önemli hadisenin cereyan ettiğini söyleyebiliriz. İlki Saddam'ın devrilmesinin ardından Irak'ın yabancı güçler tarafından işgal edilmesi ve ikincisi de IŞİD terör örgütünün kuruluşu. Bu terör örgütünün kurulmasının ardından Irak ciddi bir istilaya uğradı ve ülkenin önemli bir bölümü bu örgüt tarafından işgal edildi. Ancak hem Amerikalı hem de IŞİD'li işgalciler sonunda Irak'ı terk etmek zorunda kaldı. İran İslam Cumhuriyeti Irak'taki değişimlerde hangi rolü oynadı? Bu olaylar bağlamında ve Irak'ın birlik ve bütünlüğünü koruma rolünü yerine getirmede makro seviyede hangi politikalar izlendi? Geçmiş yıllarda Irak'ın Kürdistan bölgesinde yaşanan olaylar hakkında da konuşmanızı istiyoruz.
İlk olarak ABD tarafından Irak işgalinin başlamasından bu yana İran İslam Cumhuriyeti'nin ve Komutanın (Allah onu muhafaza etsin) işgalcelere karşı pozisyonları son derece açıktı. İran İslam Cumhuriyeti Irak'ın ABD tarafından işgalini reddetti. ABD'nin Irak işgalinden önce de İran'ın pozisyonu netti. ABD'nin Irak'ı işgal etmesinin ardından da İran İslam Cumhuriyeti son derece açık bir şekilde ABD'ye Irak'tan çekilmesi ve Irak halkının ülkelerini yönetmesine izin verilmesi çağrısında bulundu. Bu, önemli bir politik duruştu.
İkinci olarak, Irak'ın ABD tarafından işgal edilmesinin ardından İran İslam Cumhuriyeti, Irak'taki partiler, hareketler ve çeşitli grupları bir araya getirerek işgalcilere karşı yekvücüt bir duruş sergilemeleri için çok çaba sarf etti. Aynı anda Amerikalılar da işgali sağlamlaştırmak için Irak'taki iç anlaşmazlıklardan faydalanmaya çalıştılar. İran İslam Cumhuriyeti'nin buna göre ikinci adımı da aralarında entelektüel, siyasi, dini, kabilevi ve bölgesel farklılıklar bulunan Iraklı Komutan, grup ve partilerin pozisyonlarını koordine etmek oldu. İran İslam Cumhuriyeti Irak'ta farklı tarafları bir araya getirme hedefine ulaşmak için Araplar, Kürtler, Türkmenler, Şiiler ve Sünnilerle yani bütün Iraklılarla iyi ilişkiler kurdu.
Üçüncü olarak da İran İslam Cumhuriyeti, Necef'teki dini mercinin, Şiilerin önemli mercilerinden Ayetullah Sistani'nin duruşunu desteklemiştir. Zira Necef'teki mercinin duruşu temel ve önemli hadiselerin şekillenmesinde çok önemli ve büyük bir etkiye sahip olmuştur. Örneğin ABD, Irak'ı işgal etmesinin ardından ülkede yeni bir anayasal düzen kurmak istemiş anbcak Merce buna karşı çıkarak anayasa konusunda Iraklıların kendilerinin karar vermesi gerektiğini ilan etmiştir. Bu, Mercenin müdahale ettiği olaylardan sadece birisidir.
Irak'ta Amerikan işgaline direnen grupları güçlendiren ve ilham veren önemli faktörlerden birisi İran İslam Cumhuriyeti'nin desteğiydi. İran İslam Cumhuriyeti'nin pozisyonu açıktı. Irak'taki direnişi Irak halkının meşrıu ve tabii hakkı olarak görüyorlardı. Iraklıların ülkelerini işgal edenlere karşı silahlı direnişe geçmelerinin onların hakkı olduğunu düşünüyorlardı. Sonuç olarak ABD, Irak'taki hedeflerine ulaşamadı.
İran İslam Cumhuriyeti'nin Irak'taki Merce ile birlikte başka bir sahnede oynadığı önemli rollerden birisi de farklı mezheplerin üyeleri arasındaki çatışmaları önlemek için çok çalışması olmuştur. O dönem tekfirciler Irak'a girmişti ve camii, Hüseyniye, İmam Hüseyin (a.s.) ve Samara'daki İmam Asgar'ın (a.s.) da aralarında bulunduğu masum imamların türbeleri gibi Şii toplumuna ait yerlere intihar saldırıları düzenleyerek Şii ve Sünniler arasında çatışma çıkarmaya çalışıyorlardı. İntihar bombacılarının çoğu Suudi Arabistanlıydı ve kullandıkları bombalı araçlar da Suudi Arabistan istihbarat servisi tarafından göndeiriliyordu. Sonuç olrak Riyad yönetimi Irak'ta dini hizipçilik yaratmak için çabaladıysa da Necef'teki ulemanın ve İran İslam Cumhuriyeti'nin çabaları tüm zorluklara rağmen kabile çatışmalarını ve bir iç savaşı önlemiştir.
Bir yanda siyasi direniş ve siyasi çaba ve diğer yanda da silahlı direnişin sonucu olarak ABD, Irak'ta kalmasının imkansız olduğunu gördü. Nuri El Maliki'nin başbakanlığı döneminde Irak'tan çekilmek için bir anlaşma yapmak istediler ve sonuçta Bağdat ve Washington yönetimleri arasında ABD birliklerinin Irak'tan çekilmesi kararına götüren bir anlaşma imzalandı. ABD tabii ki Irak'ta daha uzun süre kalmak istiyordu. Anlaşma müzakereleri sürerken Irak'taki toplam 150 bin askerin 50 bininin kalması için çalıştılar ancak Iraklılar bunu reddetti. Amerikalılar asker sayısında pazarlığa başladı. 30 bine, 25 bine, 20 bine ve son olarak 10 bine kadar düştüler. Ancak Iraklılar bunu da kabul etmedi. Ancak açıktır ki bu istisnasız bütün Iraklıların değil genel kamuoyunun görüşüydü. Irak hükümeti Amerikan birlikleri ile askeri güçlerine diplomatik dokunulmazlık vermeyi reddetti. Sonuç olarak Başkan Barack Obama yönetimindeki Washington'un Irak'ı terk etmek dışında bir seçeneği kalmadı.
Evet, Amerikalılar Irak'taki konsolosluklarının yanında büyükelçiliklerini ve elçiliği koruyan çok miktarda askerin varlığını muhafaza ettiler. Ancak Irak'taki açık askeri varlıkları sona erdi. Amerikan askeri üsleri kapandı ve Amerikan askerlerinin Irak'tan çekileceği duyuruldu. Bu, Irak ve Irak halkı için büyük bir zaferdi. IŞİD'in Irak halkına bela ve acı vermesi ise başka bir hadise idi. IŞİD'i herkes biliyor. IŞİD, Suriye'deki yani Fırat'ın doğusu ile Badia çölündeki varlığından yararlandı. Bu örgütün Suriye topraklarının yüzde 40 ila 45'ini işgal ettiğini hatırlıyorsunuz. Aslında IŞİD'in yöneticileri, esas liderleri Iraklıydı ve Irak'a özel bir dikkat gösterdiler ve bel bağladılar. ABD ile bazı bölge ülkeleri ama en çok da Suudi Arabistan, IŞİD'in Irak'ta yaptıklarının perde gerisindeki sorumlusuydu. IŞİD Musul, Diyala, Anbar ve Selahaddin'e vardığı zaman Suudi Arabistan ve bazı Körfez ülkelerine ait uydu kanallarının bunu büyük bir zafer olartak sunduğunu hepimiz hatırlıyoruz. IŞİD kısa bir sürede Irak'ın bazı bölgeleri ile tesislerine hakim oldu. Irak güvenlik güçleri çöktü ve IŞİD Kerbela'nın hatta Bağdat'ın yakınlarına dayandı. Durum oldukça tehlikeliydi. IŞİD Samara'nın birkaç yüz metre yakınlarına kadar geldi ve İmam Asgar'ın türbesi için büyük bir tehdit oluşturdu.
İran İslam Cunmhuriyeti daha ilk günlerde Irak'a hemen yardım gönderdi. Irak'taki dini Merce belli kararlar aldı ve Ayetullah Sistani Cihad-ı kifaye fetvası yayınladı. Iraklılar direnişe hazırlanmıştı ancak yönetime, komutaya, silah ve tesislere ihtiyaçları vardı. O dönem Irak'ın savaş techizatı ile tesislerinin önemli bir kısmı IŞİD'in eline geçmişti. Iraklılar silah depolarının çoğunun boşaltıldığını söylüyordu. İşte o ilk günlerde değerli kardeşimiz Hac Kasım Süleymani ile İslam Devrimi Muhazıflarından kardeşlerimiz Irak'taki direniş gruplarını organize etmek ve Irak hükümet güçleri ile koordine etmek için Bağdat'a gitti. Bay Nuri El Maliki de çok güzel işbirliği yaptı. IŞİD'e karşı direniş başladı. Birkaç gün sonra Hac Kasım Lübnan'a gelerek benimle görüştü. Benden 120 Hizbullah üyesini operasyonlara komuta etmek üzere Irak'a göndermemi istedi. Irak'ta çok sayıda savaşçı olduğu için savaşçıya ihtiyaç olmadığını ancak farklı bölgelerdeki operasyonlar için komutanlara ihtiyaç olduğunu söyledi. Daha sonra biz çok sayıda kardeşimizi Irak'a gönderdik. İran ile Irak arasındaki sınır açıldı ve böylece Tahran'dan uzak bölgelere gönderme ihtiyacı olmadan sınır bölgeleri üzerinden kolaylıkla silah temin edilmesi sağlandı. Techizat gönderildi. Irak ordusu ile halk güçlerine silah temin edildi ve savaş başladı.
Bütün Iraklılar gerçeği biliyor. İran İslam Cumhuriyeti'nin Irak'a acilen yardım ulaştırdığını ve diğer yandan sağlam bir pozisyon aldığını söyledik. IŞİD hakimiyetine karşı çıkan İslam Cumhuriyeti, Irak'a yardıma ve Tekfircilere karşı açıkça ve çekinmeden savaşa başladı. Devrim Muhafızlarının en iyi komutanları Iraklılar'a yardım için Irak'a gitti. İran'ın tüm imkanları Irak halkına sunuldu. Komutanın IŞİD'i mağlup etmek için Irak halkı ve Iraklı güçlere yardım konusundaki duruşunu herkes biliyor. İran İslam Cumhuriyeti'nin Irak'a yardım etmesini engelleyecek hiçbir kırmızı çizgi yoktu.
Elhamdülillah, Irak'taki dini Merce, Cihad-ı kifaye fetvası, Komutanın tavizsiz duruşu, İran İslam Cumhuriyeti'nin kıymetli yardımları, Devrim Muhafızlarındaki ve özellikle Kudüs Gücündeki kardeşlerimizin doğrudan müdahalesi, Halk Güçleri ile Iraklı güçlerin aldıkları önlemler ve diğer yandan Iraklıların özellikle Şii, Sünni ve Kürtler arasında oluşan IŞİD'e karşı milli birlik ve dayanışma sayesinde birkaç yıl içinde büyük bir zafer kazanıldı. İran İslam Cumhuriyeti ve Komutanın, dini Merce'nin, Halk Güçlerinin, Irak hükümetinin ve Irak güvenlik güçlerinin tarihi ve büyük duruşları olmadan bu başarı mümkün olmazdı.
Kısa bir süre önce IŞİD'in yeniden canlanıp faaliyete geçeceği uyarısında bulundunuz.
Irak Başbakanı Adil Abdülmehdi'nin de bahsettiği iki meseleye vurgu yapmıştım. Hilafet Devleti olarak adlandırılan IŞİD tehlikesi Irak'taki varlığını sürdürüyor. Tabii ki şu anda bu adı taşıyan bir yönetim yok. IŞİD Suriye ve Irak'ta, bir dönem iki ülkenin de hükümetinin elindekinden daha fazla toprağa sahip bir yönetim kurmuştu. Bu yönetim sona erdi. IŞİD ordusu, IŞİD'in en büyük askeri alt yapısı ortadan kalktı. Ancak grubun en önemli lideri hala hayatta ve bu konuda ABD'nin rolü kadar onun kaderi de doğal olarak soru işaretlerine neden oluyor.
IŞİD'in pek çok lideri hala hayatta ve Fırat'ın doğusu gibi bir sürü savaş meydanından kurtarıldılar. IŞİD, Suriye, Irak ve bölgenin başka kısımlarında küçük gruplar halinde mevcut. Güvenliği hedef alan eylemlerde bulunuyorlar: intihar saldırıları ve bombalarla insanları öldürüyorlar. İşte bunlar bizim mücadele etmemiz gereken tehditler. Bunun anlamı, IŞİD ve onun güvenlik altyapısı tamamen yok edilmediği takdirde İran ve Lübnan kadar Suriye, Irak ve bütün bölge için bir tehdit olmayı sürdürecektir.
Elimizdeki bilgiye göre Amerikalılar bazı IŞİD'lileri Afganistan'a taşıdı. Şimdi sorulması gereken soru bu örgütün üyelerinin Afganistan'da Taliban'a ya da Orta Asya'daki ülkelere karşı eyleme geçip geçmeyeceği. Durum açık. Bazı IŞİD'liler Kuzey Afrika'ya götürüldü. IŞİD gelecekte Çin, Rusya ve başka ülkelere karşı kullanılırsa bu şaşırtıcı olmayacaktır. Zira ABD bu tür yöntemlere başvurmaktadır. Dikkatleri çektiğim başka bir husus da Trump, ABD ve Irak ile ilgilidir. Trump, ABD güçlerinin Irak'ta kalmasında ısrar ediyor. Trump'un seçim vaadlerini gerçekleştirmeye çalıştığını ve bazılarında başarılı olurken bazılarında olmadığı konusunda uyarıda bulunmuştum.
Başarılı olmayabilir ancak vaadlerini yerine getirmeye çalışıyor. Örneğin başkanlık seçimi kampanyasında ABD elçiliğini Tel Aviv'den Kudüs'e taşıyacağını söyledi ve yaptı. Kudüs'ü İsrail'in ebedi başkenti olarak tanıyacağını söyledi ve yaptı. Nükleer anlaşmadan çekileceğini söyledi ve yaptı. İran'a karşı yaptırımları artıracağını söyledi ve onu da yaptı. Ancak gerçekleştiremediği bazı vaadler de var. Örneğin Kongre'den onay ve ödenek alamadığı için ABD ile Meksika arasına duvar örme sözünü yerine getiremedi. Yine de bu vaadini yerine getirmek için çabalıyor.
Sonuç olarak bu adam sözlerini tutmaya çalışıyor. Sık sık vurguladığı gibi ABD'nin Obama yönetimi döneminde Irak'tan çekilmesinin bir hata olduğunu düşünüyor ve vaadlerinden birisi de ABD'nin Irak'ta kalmays devam etmesi. Yani Iraklıların karşı çıkmasına rağmen o, Irak'tan çıkmak istemiyor. Yani ikinci mesele onun 'Irak'ın petrolleri ABD'ye aittir zira Irak'ı Saddam Hüseyin'den kurtarmak için 7 trilyon dolar harcadık ve bunun bize ödenmesi gerekiyor.' sözleridir.
O, 'Irak'ın petrollerinden istifade etmeli ve satarak paramızı geri almalıyız.' diyor. Nasıl olacağı sorulduğunda ise 'petrol alanlarına hakim olmak için ABD ordusunu gönderecek, bu alanları kuşatacak ve Iraklıların faydalanmasına engel olacağız. Yıllarca onların petrolünü kullanıp sonra onlara teslim edeceğiz.' diyor. Trump bunu yapabilir mi? Belki yapamaz ama buna çalışıyor. Bunun için Irak halkını, kendi petrollerine odaklanan bu adamın entrika ve tehlikelerine karşı uyanık olmaları konusunda uyardım. Nasıl ki Suudilerin sermayesine ve onu yağmalamaya odaklandıysa Irak'ın petrolünü de yağmalamayı ciddi şekilde düşünüyor. Trump'ı engelleyecek olan şeyler Iraklıların uyanıklılığı, iradeleri ve gayretidir.
Görünüşe göre Trump'ın geceyarısı gerçekleştirdiği Irak ziyareti onu kızdırmış
Kesinlikle. 'Askerlerimizi gönderdik, zaiyat verdik, çok para harcadık ama şimdi Irak'a geceyarısı gitmek zorunda kalıyoruz.' dedi. Bu doğru.
RÖPORTAJ, 17 Eylul 2020 14:08
Yorumlar (0)