Suud Ailesi ve Siyonist Projenin Tarihi Kökenleri
, 01 Aralık 2017 12:10Dolayısıyla, kökleri İmparatorluğun Balfour Deklarasyonu’nda bir araya gelen İsrail ve Suudi Arabistan, bölgedeki ortak çıkarlarının peşinden gitme konusunda daha açık bir ittifak geliştirmek zorunda kalacaklar.
Siyonizm Suudi Arabistan Krallığı'nın Oluşmasına Nasıl Yardım Etti?
Numan Abdulvahid - Mondoweiss.net
İngiliz Emperyalizmi çalışan biri için Suudi Arabistan Krallığı ile Siyonist İsrail rejimi arasındaki örtülü ittifak sürpriz olmamalı. Burada asıl sorun, İngiliz Emperyalizmi konusunda çalışan çok az kişi olması. Üniversitelerde bile İngiliz İmparatorluğu konusuna doğru düzgün bir başlık yoktur. En iyi ihtimalle master ya da doktora programlarında değinilen ufak başlıklardan biri olarak göze çarpıyor bu konu. Elbette ki eğer 1914-1918 yılları arasında Avrupa’nın gerçekleştirdiği emperyalist katliamlar zihninizi gıdıklarsa bu konu hakkında bilgi sahibi olabilmek için tonlarca çalışma bulabilir; onlarca kuruma gidip araştırma yapabilirsiniz. Fakat eğer, İngiliz İmparatorluğu’nun yaklaşık dört yüz yıl boyunca insanlığa karşı niçin acımasız bir savaşa giriştiği konusunu didiklemek isterseniz; bu noktada yalnız olduğunuzu ve tek başınıza gayret göstermeniz gerektiğini kolaylıkla fark ediyorsunuz. İşte itiraf etmek gerekir ki İngiltere’nin kuruluş perspektifi açısından değerlendirildiğinde bu durum olağanüstü ve müthiş bir başarıdır.
Amerikan Foreign Affairs dergisinin yayınladığı rapora göre 2014’ün sonlarında, Suud petrol bakanı Ali Naimi’nin şöyle dediği kaydediliyor: “Majesteleri Kral Abdullah, Suudi Arabistan’ın diğer ülkelerle ilişkileri konusunda her zaman güzel bir örnek olmuştur. Yahudi devleti de buna dahil”. Son zamanlarda Abdullah’ın halefi Kral Selman da ABD ve İran arasında İran’ın nükleer programına ilişkin imzalanan anlaşma ile ilgili olarak İsrail ile benzer endişeleri dile getiriyor. Bu durum, Suudi Arabistan Krallığı ve İsrail’in nükleer anlaşma karşısında “birleşik cephe” kurduğu yönünde haberlerin gündeme gelmesine de yol açtı. Bu, Siyonistlerin ve Suudilerin ortak düşmanla başa çıkma konusunda aynı tarafta yer aldıkları ilk sefer de değildi. 1960’larda Kuzey Yemen’de İmam’ı devirerek yönetimi ele geçiren devrimci cumhuriyetçilere karşı İngiliz emperyalizminin liderlik ettiği paralı askerler ordusunun yürüttüğü operasyonda, Suudiler maddi sorumluluğu üstlenmişlerdi. Cemal Abdunnasır yönetimindeki Mısır, askeri olarak cumhuriyetçileri desteklerken, Suudiler, İngilizlerin teşvikiyle İmam’ın arta kalan destekçilerini silahlandırmış ve maddi olarak fonlamışlardı. Aynı zamanda İngilizlerin organize ettiği İsrail ordusu da Kuzey Yemen’deki İngiliz vekaleti altında savaşan gruplara14 kez silah indirmişti. Yani 1960’lı yıllarda İngilizler, Siyonistlerle Suudileri askeri olarak Kuzey Yemen’de ortak düşmana karşı birleştirmişti.
Fakat yine de daha önceden de yazdığım gibi, Siyonist rejim ile Suudi Arabistan arasındaki informal ve dolaylı ittifakın kökenlerini doğru bir şekilde anlayabilmek için 1920’lere gitmek gerekir. Dr. Askar H. el-Enazy’nin The Creation of Saudi Arabia: Ibn Saud and British Imperial Policy, 1914-1927 (Suudi Arabistan’ın Kuruluşu: İbn Suud ve İngiliz İmparatorluk Siyaseti, 1914-1927)başlıklı aydınlatıcı çalışması, İngiliz Emperyalizmi üzerine çalışanlar için bu ittifakın kökenlerine dair birincil kaynaklara dayanan eşsiz deliller sunan yegane kaynaktır. Dr. Enazy’nin bu çalışması, şu sürece ışık tutuyor: Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’nda İngiliz emperyalizmi tarafından yenilmesi üzerine Arap yarımadası üçe bölünmüştü: Arap toprakları (batıda) Hicaz: Şerif Hüseyin bin Ali’ye, (kuzeyde) Hail: İbn Reşid’e ve (doğuda) Necid’de Emir İbn Suud’a ve onun fanatik takipçilerine kalmıştı; yani Vahhabilere…
İbn Suud 1915 yılının Ocak ayında İngilizler safında savaşa katılmış fakat hızlı bir yenilgi tatmıştı. İbn Suud’un İngiliz efendisi William Shakespear, Osmanlı’nın müttefiki olan İbn Reşid tarafından öldürülmüştü. Bu yenilgi, İbn Suud’un kullanışlılığını büyük ölçüde yitirmesine ve yaklaşık bir yol boyunca askeri olarak yalnızlığa itilmesine sebep olmuştu. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasına giden sürece ise biat değiştirerek “Arap İsyanına” öncülük eden ve 1916’da Türklerin Arabistan’dan çekilmesine büyük oranda katkı sunan isim, Şerif (Hüseyin) olmuştu. Şerif Hüseyin, pozisyonunu bütünüyle değiştirmeye ikna olmuştu çünkü İngilizler, Mısır’daki Yüksek Komiser Henry McMahon aracılığı ile onu Türklerin yenilgisi ile birlikte Gazze’den Basra Körfezi’ne kadar birleşik ve Büyük Arap Devleti kurma fikrine inandırmışlardı. Şerif Hüseyin ve McMahon arasında dönen mektuplaşmalar, “McMahon-Hüseyin Yazışmaları” olarak bilinir.
Doğaldır ki Şerif Hüseyin, savaş biter bitmez İngilizlerin söz konusu yazışmalarda kendisine verdikleri ya da savaş zamanında verdiklerini sandığı sözü tutmasını ister. Öte yandan İngilizlerse savaş sonrası sahadaki gerçekliklerin kabul edilmesi gerektiğini belirterek Şerif Hüseyin’in Arap dünyasını İngilizler ile Fransızlar arasında bölüştürülmesini öngören anlaşmanın (Sykes-Picot) ve Balfour Deklarasyonu’nun ruhuna uygun davranmasını istemektedir. Balfour Deklarasyonu Avrupalı Yahudileri kolonileştirerek Yahudi halkına Filistin toprakları üzerinde “bir ulus” olma garantisi sunuyordu. Bu yeni gerçeklik, İngilizlerin Anglo-Hicaz Anlaşması adı altında kendini gösterdi ve Şerif Hüseyin bu anlaşmayı imzalamaktan kesinlikle kaçındı [2]. İşte tüm bu olanlardan sonra Türklere karşı düzenlenen 1916 isyanına “Hicaz İsyanı” değil, “Arap İsyanı” adı verildi.
Aslında bilinmelidir ki Şerif, Filistin’i hiçbir şekilde, İmparatorluğun Balfour Deklarasyonuna meze yapmayacaktı. Filistin’de Siyonist bir yapının kurulmasına asla izin vermeyecekti. İngiliz ve Fransız emperyalizminin Arabistan’ı keyfe keder sınırlarla bölmesini kabul etmeyecekti. Nitekim İngilizler bir müddet sonra ona “dik kafalı”, “sıkıntı verici” ve “tutarsız” sıfatlarını uygun görmüşlerdi.
İngilizlerse, savaş sırasında sundukları planları bir kenara bırakarak Şerif’in yeni şartlara uygun davranması için bir dizi zorlayıcı tedbir almaya hazır olduklarını ifade ettiler. Sömürge Bakanı Winston Churchill’in Ortadoğu’daki tüm İngiliz operasyon şefleri ile gerçekleştirdiği Mart 1921’deki Kahire Konferansı’ndan sonra (Arap) Lawrance, Şerif ile görüşmek için görevlendirilmişti. Lawrance, Şerif’e önce bir dizi rüşvet teklif edecek ardından ise kabadayılık yoluyla onu Filistin toprakları üzerinde İngilizlerin sömürgeci Siyonist projesine ikna edecekti. En azından plan bu yöndeydi. Başlangıçta, Lawrence ve İmparator 80,000 rupi teklif ettiler[3]. Şerif, kesin bir dille bu teklifi reddetti. Daha sonra ise Lawrence Şerif’e yıllık 100,000 £ teklif etti[4]. Şerif hain olmayı reddetti ve Filistin’i İngilizlerin Siyonist projesine satmayı kabul etmedi.
Rüşvet teklifleri Şerif’i ikna etmekte başarısız olunca, Lawrence, Şerif’i İbn Suud’a destek vermekle tehdit etti. Lawrence’a göre “Hicaz’ın devamlı bağımsız bir Haşimi krallığı olarak ayakta kalması, askeri ve siyasi olarak doğrudan bölgede kendi hakimiyetini koruma ve sürdürme araçlarına sahip olan İngiltere’nin siyasi iradesine bağlıydı”[5]. Lawrence, bir yandan Şerif ile müzakereleri sürdürürken bir yandan da Arap yarımadasındaki diğer liderlerle görüşüyor ve İngiliz hattına bağlı kalmayıp Şerif ile ittifak yapmaya yanaşmaları durumunda, İmparator’un İbn Suud ve Vahhabi destekçilerinin önünü açacağını vurguluyordu –ki İbn Suud, her halükarda İngiltere’nin ‘her istediğini yapan’ biriydi [6].
Konferans’tan sonra Churchill, Kudüs’e gitti ve Şerif’in Mavera-i Ürdün topraklarının emiri olan oğlu Abdullah ile görüştü. Churchill, Abdullah’a Filistin topraklarının İngiliz sömürgesine bırakılması konusunda babasını ikna etmesi için baskı yaptı. Şerif ya bu yönde bir anlaşmanın altına imzayı atacaktı ya da “İngilizler, Hicaz’a karşı İbn Suud’un önünü açacaktı”[7]. Bu arada İngilizler, İbn Suud’u Hail’in yöneticisi İbn Reşid’e karşı da desteklemenin planlarını yapıyordu.
İbn Reşid, İbn Suud aracılığı ile kendisine getirilen İngiliz imparatorluğunu kuklalarından biri olma yönündeki tekliflerin tümünü reddetti [8]. Bir yandan da 1920 yazı itibariyle topraklarını kuzeyde Filistin ve Irak sınırlarına kadar genişletti. İngilizler, Arap yarımadasının kuzeyini kontrol eden İbn Reşid ile batısını kontrol altında tutan Şerif Hüseyin arasında yeni bir ittifakın doğmasından endişelenmeye başlamışlardı. İmparatorluk ise Akdeniz’deki Filistin limanlarından Basra Körfezi’ne uzanan bir kara koridoruna hükmetmek istiyordu. Yani bu toprakların dostlarının elinde olmasını. Kahire Konferansı’nda Churchill, İngiliz istasyon şeflerinden biri olan Sir Percy Cox ile anlaşıp “İbn Suud’un Hail’i ele geçirmesine zemin hazırlama” kararı aldı [9]. 1920’nin sonuna gelindiğinde İngilizler, İbn Suud’a aylık ekstra 10,000 sterlin değerinde altın yağdırmaya başlamışlardı. Toplamda 10 binden fazla ateşli tüfek ve 4 adet top silahının yanı sıra kritik bölgelerde abluka desteği de veriyorlardı” [10]. Bir de İngiliz ve Hintlilerden oluşan askeri eğitmen desteği. Neticede Eylül 1921’de İngilizler İbn Suud’u Hail üzerine saldılar ve Kasım 1921’de Hail, İbn Suud tarafından ele geçirildi. Bu zaferden sonra İngilizler İbn Suud’a yeni bir unvan verdiler. O artık “Necid Emiri ve Aşiretlerin Reisi” değildi. “Necid ve Necid’e Bağlı Toprakların Sultanı” idi. Neticede Hail yıkılmış ve toprakları İmparatorluğun Necid Sultanı’na katılmıştı.
İmparatorluk artık, baştan ayağı İngiliz silahlarıyla donatılmış İbn Suud ordusuyla sınırlarına dayandığı Şerif’in Arabistan’ın bölünmesi ve Filistin toprakları üzerinde sömürgeci Siyonist projenin uygulanmasını kabul edeceğini düşündüyse de bu çok uzun sürmemişti. Şerif’in Ürdün’deki oğlu Abdullah ile İmparatorluk arasında yeni bir müzakere süreci başlamış ve Abdullah’ın babası adına yürüttüğü pazarlıkta Siyonist projeyi kabul eden yeni bir anlaşma taslağı ortaya çıkmıştı. Abdullah, bu anlaşma taslağı ile birlikte bir de “sahadaki gerçekliği kabul et” ricasını içeren bir mektup yollamıştı babasına. Şerif ise anlaşmayı okumakla bile uğraşmadan Arabistan’ın daha fazla bölünmesine karşı çıkan ve Balfour Deklarasyonu’nu yok sayan yeni bir anlaşma metni hazırlayarak Londra’ya gönderdi ve imzalanmasını istedi!” [11].
1919’dan itibaren İngilizler, Şerif Hüseyin’e verdikleri ödeneği aşamalı bir biçimde azaltmaya başladı ve 1920’nin başlarında tamamen durdumuştu. Tabi bu arada İbn Suud’u fonlamayı sürdürmüşlerdi [12]. Amman ve Londra’da gerçekleşen üç turluk müzakerelerden sonra İmparatorluk, Şerif Hüseyin’in Filistin’i Büyük İngiltere Siyonist projesine vermeyeceğini ve Arap toprakları üzerinde yeni bölünmelere müsaade etmeyeceğini anladı [13]. Mart 1923’te, İngilizler, İbn Suud’a kendisine yapılan ödeneğin kesileceğini ancak yaklaşık bir yıllık maaşına denk gelecek biçimde 50,000 sterlinlik bir ikramiye verileceğini ifade etmişlerdi [14].
Mart 1924’te, yani İngilizler, İbn Suud’a “ikramiye” verdikten yaklaşık bir yıl sonra, İmparatorluk, Şerif Hüseyin ile olası bir anlaşma için yapılan tüm görüşmelerin artık kesin bir şekilde son bulduğunu ilan etti [15]. Birkaç hafta içinde de İbn Suud ve onun Vahhabi takipçileri, İngiliz dışişleri bakanı Lord Curzon’un deyimiyle Şerif Hüseyin’e “son darbeyi” vurmak için harekete geçtiler ve Hicaz’a saldırdılar [16]. Eylül 1924’te, İbn Suud, Şerif Hüseyin’in yaz aylarında kaldığı Taif’i ele geçirdi. İmparatorluk, Şerif’in Irak ve Mavera-i Ürdün toprakları ile ödüllendirdiği çocuklarına kuşatma altındaki babalarına yardım etmemeleri konusunda mesajlar yolladı. Şerif’in çocuklarına diplomatik bir dille “Hicaz’a müdahale etme konusunda ilgisiz kalmaları” [17] söylendi. Taif’te İbn Suud’un Vahhabileri alışageldikleri şekilde katliamlar yaptılar. Kadınları ve çocukları öldürüp, cami ve mescitlere düzenledikleri baskınlarda imamları ve alimleri öldürdüler [18]. İslam’ın en kutsal beldesi olan Mekke’yi Ekim 1924’ün ortasında ele geçirdiler. Şerif Hüseyin, tahttan çekilmeye zorlandı ve Akabe limanına sürgüne gitti. İbn Suud, Hicaz’ın geri kalan topraklarını kuşatmaya altına almaya devam ederken Hicaz tahtına Şerif’in oğlu Ali geçti ve Cidde’yi yeni yönetimin başkenti ilan etti. Bu arada Şerif Hüseyin’in Akabe’yi İmparatorluğun İbn Suud’una karşı diğer Arapları örgütlemek için yeni bir mücadele üssü olarak kullanmasından korkan İngilizler, Hicaz’ın kuzeyindeki Akabe limanını Mavera-i Ürdün’e kattılar ve Şerif Hüseyin’in Akabe’den ayrılması gerektiğini; aksi takdirde İbn Suud’un oraya da saldıracağını belirttiler. Şerif Hüseyin ise bu tehdide karşılık “Arap ülkelerindeki mandayı asla kabul etmeyeceğini ve İngiliz Hükümeti’nin Filistin’i Yahudiler’e vermiş olmasının karşısında durmaktan vazgeçmeyeceğini” söyledi [19]. Böylece Şerif Hüseyin 18 Haziran 1925’te İngiliz donanmasına ait HMS Cornflower gemisi ile “Arap İsyanı” sürecinde Osmanlı İmparatorluğundan aldığı Akabe’den ayrılmak zorunda kaldı.
İbn Suud, Ocak 1925’te Cidde kuşatmasına başladı ve Aralık 1925’te Cidde’yi yaklaşık bin yıllık Peygamber “torunlarının” hakimiyetinden çıkardı ve ele geçirdi.
İngilizler ve akabinde diğer Avrupalı devletler Şubat 1926 itibariyle İbn Suud’u Hicaz’ın yeni kralı olarak tanıdı. Tek çatı altında toplanan birleşik Vahhabi devleti 1932 yılında İmparatorluk tarafından yeniden adlandırıldı ve Suudi Arabistan Krallığı olarak isimlendirildi. Londra’daki dışişleri ofisinin Ortadoğu masasına görevli olan George Rendel, bu yeni devletin isim babası oldu.
İngilizler Hicaz’ın Vahhabiler tarafından ele geçirilmesi sürecine üç şekilde destek verdiler. İlk olarak İbn Suud’un Hicaz’ı işgalinin İngiliz emperyalizminin jeo-politik planlarından ziyade dini saiklere dayalı bir operasyon olduğu yönünde kamuoyu algısı oluşturuldu [20]. Bu aldatmaca bugüne kadar da sürdü. Halen daha BBC’deki belgesellerde “Vahhabilerin katı ve tahammülsüz din anlayışlarının” bedevileri Suudi Arabistan’ı kurmaya ittiği iddiası işleniyor (Bu durum en son Adam Curtis’in BBC’de en çok izlenenler listesinde olan “Bitter Lake” belgeselinde kendini göstermişti) [21].
İkinci olarak İngilizler, İbn Suud’un Vahhabi taraftarlarını İslam’ın özüne dönmek isteyen iyi huylu bir grup olarak yansıtıp yanlış anlaşıldıklarını ileri sürdü [22]. Bugüne gelindiğinde de aynı Vahhabi unsurlar, silahlı isyanlara dahil oldukları her dönemde İngiltere ve Batı tarafından desteklenerek dünyanın en halim selim grupları olarak lanse ediliyorlar. 1980’lerde Afganistan’da bugünlerde ise Suriye’de yaşananlar her şeyi gözler önüne seriyor. Batı medyasında Suriye’deki Vahhabi anlayışını benimseyen unsurlara “ılımlı muhalifler” tacı takılmıştı. Üçüncüsü ise sanki İbn Suud, İngilizlerin emperyal projelerinin ötesine geçmeye kalkanları boynuzlayan bir araç değilmişçesine İngiliz tarihçilerin İbn Suud’u bağımsız bir mücadele kahramanı olarak tasvir etmeleri. Örneğin, Profesör Eugene Rogan’ın Arap tarihi üzerine yaptığı en son çalışmada “İbn Suud’un Osmanlı İmparatorluğu’na karşı savaştan bir çıkarı olmadığı” yani Osmanlılara karşı savaşmadığı ifade ediliyor. Fakat bu ifade, hakikatten çok uzaktır! Zira İbn Suud, Osmanlılara karşı savaşa 1915 yılında katılıyor. Ayrıca samimiyetsiz bir şekilde yazdığı cümlelerde İbn Suud’un yalnızca “kendi hedefleri doğrultusunda” ilerleyen bir lider olduğunu fakat bu hedeflerin sürekli olarak İngiliz İmparatorluğu’nun hedefleriyle çakıştığını not ediyor [23].
Neticede Balfour Deklarasyonu’nun en çok gözden kaçırılan noktalarından bir tanesi, İngiliz İmparatorluğu’nun “Yahudi halkına ulus devlet” kurulması için “elinden geleni ardına koymayacağını” ilan etmiş olmasıdır. Evet, bugün dünyadaki birçok ulus devlet İngiliz İmparatorluğu tarafından oluşturulmuştur; fakat Suudi Arabistan’ı diğerlerinden ayıran unsur, kuzey ve kuzey batı sınırlarının İsrail’in kurulmasına ortam hazırlayan bir biçimde çizilmiş olmasıdır. En azından Hail ve Hicaz emirliklerinin İbn Suud’un Vahhabileri tarafından yıkılmış olmasının asıl sebebinin bu emirlerin İngiliz İmparatorluğu’nun Filistin üzerinde Siyonist projeye zemin hazırlama sürecini reddetmiş olmaları olduğunu biliyoruz.
Dolayısıyla İngiliz İmparatorluğu’nun Filistin toprakları üzerindeki Siyonist projenin kodlarını çağdaş Suudi Arabistan Krallığı’nın coğrafi DNA’sına işlediği çok açık! Daha da ironik olan şey ise İslam’ın en kutsal iki beldesi bugün Suud hanedanı tarafından ve Vahhabi öğretilere göre yönetiliyor. Neden? Çünkü İngiliz İmparatorluğu, Filistin toprakları üzerinde Siyonist bir rejim kurulması projesinin temellerini 1920’lerde ancak böylelikle atmıştı. Öte yandan gündeme ilişkin olarak da Suriye’deki mevcut savaşta Filistin’in Siyonizmin sömürgesi altında ezilen bir bölge olmasına örtülü ve aleni bir biçimde karşı çıkan Suriye devletine karşı İsrail’in ve Suudi Arabistan’ın “ılımlı muhaliflerin” safında eş zamanlı olarak savaşa girmeye istekli olması sürpriz değil.
Ortadoğu’da batılıların çıkarlarını koruma hususunda İngiliz İmparatorluğu’nun “halefi” olan Amerika Birleşik Devletleri, Ortadoğu’ya askeri olarak müdahil olma konusunda gün geçtikçe daha fazla tereddüt eden bir ülke konumuna geldi. Dolayısıyla, kökleri İmparatorluğun Balfour Deklarasyonu’nda bir araya gelen İsrail ve Suudi Arabistan, bölgedeki ortak çıkarlarının peşinden gitme konusunda daha açık bir ittifak geliştirmek zorunda kalacaklar.
Dipnotlar:
[1] Gary Troeller, “The Birth of Saudi Arabia” (Suudi Arabistan’ın Doğuşu) (London: Frank Cass, 1976) sy.91.
[2] Askar H. al-Enazy, “ The Creation of Saudi Arabia: Ibn Saud and British Imperial Policy, 1914-1927” (Suudi Arabistan’ın Oluşumu: İbn Suud ve İngiliz İmparatorluk Siyaseti) (London: Routledge, 2010), sy. 105-106.
[3] Age., sy. 109.
[4] Age., sy.111.
[5] Age.
[6] ibid.
[7] Age., sy 107.
[8] Age., sy. 45-46 ve sy.101-102.
[9] Age., sy.104.
[10] ibid.
[11] Age., sy. 113.
[12] Age., sy.110 ve Troeller, adı geçen eserde, sy.166.
[13] al-Enazy adı geçen eserde, sy.112-125.
[14] al-Enazy, adı geçen eserde, sy.120.
[15] Age., sy.129.
[16] Age., sy. 106 ve Troeller adı geçen eserde, sy.152.
[17] el-Enazy, adı geçen eserde sy. 136 ve Troeller adı geçen eserde sy .219.
[18] David Howarth, “The Desert King: The Life of Ibn Saud” (Çöl Kralı: İbn Suud’un Hayatı), (London: Quartet Books, 1980), sy. 133 ve Randall Baker, “King Husain and the Kingdom of Hejaz” (Kral Hüseyin ve Hicaz Krallığı), (Cambridge: The Oleander Press, 1979), sy.201-202.
[19] el-Enazy adı geçen eserde, sy. 144.
[20] Age., sy. 138 ve Troeller adı geçen eserde, sy. 216.
[21] BBC iPlayer’daki orijinal halinin uzunluğundaki videoda bu bölüm sonlara doğru 2 saat 12 dakika 24 saniyede başlıyor.
[22] el-Enazy, adı geçen eserde, sy. 153.
[23] Eugene Rogan, “The Arabs: A History” (Araplar: Bir Tarih), (London: Penguin Books, 2009), sy.220.
(Çeviri: Enes Berat GÜRLER)
KUDÜS HABER
Yorumlar (0)