Suudi Arabistan’dan Yükselen Savaş Tamtamları
, 17 Kasım 2017 05:10Media With Conciense (Vicdan Sahibi Medya) internet sitesinde, Filistinli bir yazar tarafından kaleme alınan, Ortadoğu'da emperyalist ve Siyonist projelerin geçmişine ve bugününe ışık tutan bir analiz yayınlandı.
* İlyas Akleh – MWC News
Osmanlı İmparatorluğu en güçlü dönemlerini yaşadığı günlerde Asya, Afrika ve Avrupa olmak üzere 3 kıtaya hakimdi. Osmanlı, 4 yüz yıl boyunca Arap dünyasına ve Ortadoğu’ya hükmetti. İmparatorluğun çöküşüyle birlikte ise Batılı sömürgeci güçler (İlluminati, Gizli El, Hazarlar, Rothschild’ler, Siyonistler ya da adına ne derseniz deyin), Ortadoğu’nun hayati öneme sahip jeostratjik bölgesinde yaşayan Arap Dünyası’nı parçalamak, zayıflatmak ve savaşlarla boğuşması için planlar yaptı. Bunun nedeni ise bu bölgede tespit edilen doğal yeraltı kaynaklarının kolayca yağmalanmasını sağlamaktı. Büyük ve güçlü bir devlet olursalar, Batılılar istediklerini alamazdı.
Bu plan 1916 Sykes-Picot Anlaşması ile başladı ve 1917’de bölgede Arap devletleri ile sürekli savaş halinde olan İsrail terör devletinin kurulmasını öngören Balfour deklarasyonu ile devam etti. 1980-88 yılları arasındaki Amerikan güdümlü 8 yıllık Irak-İran savaşı, Baba Bush’un 1990-91 yıllarındaki Körfez Savaşı, Oğul Bush’ın 2003 yılında Irak’ı harap eden “Küresel Teröre” karşı başlattığı savaş, neo-con’ların “Büyük Ortadoğu Projesi” diye başlattıkları ve sonra “Yeni Ortadoğu Projesi’ne” dönüşen kaotik hamleleri, sözde Arap Baharı süreci ve Libya’nın yerle bir edilmesi, son olarak da Suriye’ye karşı teröristler aracılığı ile sürdürülen altı yıllık savaş ve Suudilerin Yemen’e karşı başlattığı ve üçüncü yılı geride bırakmak üzere olan savaş.
Önceden planlanmış bu savaşlar dizisi, Arap Dünyası’nı siyasi olarak bölünmüşlüğe ve çatışmaya itti. Ekonomik ve kültürel gelişimlerini engelledi. Bölgede yaşayan milyonlarca insan öldürüldü, sakat bırakıldı ve yurtlarından edildi.
Her etkinin bir tepkiye sebebiyet vermesi gibi baskıcı her tavrın karşısında da mutlaka bir direniş vardır. Tıpkı tüm bu sert ve yıkıcı savaşlar karşısında doğal olarak filizlenen daha güçlü, zor şartlara ayak uydurabilen, üretken ve tabi ki daha askeri bir boyuta sahip olan bir direniş neslinin yetişmesi gibi. Bu nesil hayatta kalmak için mücadele ederek büyüdü. Küllerinden doğan bir zümrüd-ü anka kuşu misali, Lübnan Hizbullah’ı güç şartlarda doğdu ve büyüdükçe güçlendi. 1983 yılında, Amerikan donanmasının Lübnan’dan çekilme kararı almasına vesile olan büyükelçilik operasyonunu gerçekleştirenler Hizbullah savaşçılarıydı.
Ardından işgalci İsrail rejimi, 1985 yılında Lübnan’ın güneyini işgal etti fakat 2000 yılına gelindiğinde Hizbullah’ın sergilediği direniş sayesinde Lübnan’dan kovuldu. 2006 yılında Hizbullah, uluslararası arenada kendisine artık “yenilmez ordu” gözüyle bakılan İsrail ordusuna kimsenin tahmin edemediği büyük kayıplar verdirtti ve Lübnan’ı yeniden işgal etmeye kalkışan İsrail ordusunu durdurmayı başardı. Güçlenen ve savaş tecrübesine sahip olan Hizbullah, Suriye’de ordu saflarına katılarak Amerikan-Suud-İsrail ve Türkiye destekli tekfirci örgütlere karşı mücadelede aktif rol üstlendi.
İşgal altındaki Filistin topraklarında da İsrail işgaline karşı milli direniş gün geçtikçe büyüdü. İsrail’in zorbalıkları karşısında iki ayrı intifada süreci yaşandı ve direniş ruhu tüm Filistin halkı tarafından sahiplenildi. Her ne kadar nispeten zayıf da olsa, farklı askeri direniş grupları baş gösterdi. Hamas bu gruplar arasındaki en güçlü yapı. 2006 yılındaki seçimlerin de galibi. Fakat İsrail ve Batılı destekçileri bu durumu kabullenemedi. Batılılar ve İsrail, Filistin yönetimine Hamas hükümetine karşı çıkması için baskı yaptı ve neticede Filistin, Gazze Şeridi’nde ve Batı Şeria’da olmak üzere iki ayrı hükümet ile yönetilmeye başlandı. İsrail bu durumu avantaja çevirdi ve Gazze Şeridi’ne yönelik askeri kuşatma başlattı. Çok sayıda kapsamlı operasyon ve saldırı düzenledi. Ve maalesef Ürdün ve Mısır gibi bazı Arap yönetimleri, İsrail’in Gazze’ye yönelik ablukasına destek verdiler fiilen bu abluka sürecine katıldılar.
Hizbullah ve Hamas, kendisi de sömürgecilerin baskı ve zorbalıklarına maruz kalan İran tarafından desteklendi/destekleniyor. İran’ı işgal eden İngilizler, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana İran petrolünü yağmalıyordu. Fakat 1951 yılında İran’da başbakanlığa atanan Mohammed Musaddık, İran petrolünün dış güçlere peşkeş çekilmesini engelleyen ve petrolün millileşmesini öngören yasa ile Batı’yı kızdırdı. 1953 yılında Amerika’nın öncülük ettiği darbe harekatı ile Musaddık devrildi ve bir kukla olan Muhammed Rıza Pehlevi yeniden İran Şahı olarak ülkeye geri döndü. Şah’ın zalimliğiyle meşhur gizli servisi SAVAK’ın da sahadaki etkin rolü sayesinde İran artık Amerikan ve İngiliz petrol şirketlerinin çıkarı adına yönetiliyordu.
1979’daki İslam İnkılabı, Şahı İran’dan kovdu ve bir İslam Cumhuriyeti kurdu. ABD’nin bu devrime yanıtı ise Kürt bölgelerinde isyanı tetiklemek ve bunlara maddi destek vermek şeklinde gerçekleşti. Aynı şekilde Sistan ve Belucistan eyaletlerindeki olaylar. Bu ayaklanmalar başarısız olunca, CIA destekli Irak operasyonu başladı. Saddam Hüseyin, İran’ın üzerine saldırtıldı ve 1980’de başlayan savaş tam sekiz yıl sürdü.
İranlılar, kendilerini ve devrimlerini korumanın en iyi yolunun kendi askeri endüstrilerini kurmak olduğunu anlamıştı. Bu yolla Ortadoğu’daki diğer ülkelerde filizlenen direniş hareketlerine destek veren bir konuma yükseldi.
İsrail’in 2006’daki mağlubiyeti ve kuzeyindeki Hizbullah’ı yok etme hedefinde başarısızlığa uğraması, ardından 2008-09, 2012 ve 2014 yıllarında güneyindeki Hamas’ı yok etme hedefiyle Gazze’ye yönelik giriştiği askeri operasyonlarda başarısız olması, vekalet savaşı şeklinde Irak ve Suriye’de sürdürülen savaşların başarıya ulaşamaması, Yemen’e karşı başlatılan ve devam eden savaşın hedeflerine ulaşamaması, askeri olarak İran’ın gücünün ne seviyede olduğunu kanıtlar bir nitelik taşıyor. İran’ın Suriye, Irak, Yemen, Lübnan ve Filistin üzerinde oluşturduğu etki ile birlikte Batı’nın bölgedeki sömürgeci projeleri ve Büyük İsrail Projesi, görüp görebileceği en büyük engellerle karşı karşıya kaldı.
İşte bu yüzden İran bugün, ABD/İsrail/NATO/Körfez ittifakının hedefinde. Bu ittifak, İran’ı uluslararası arenada iyice yalnızlaştırmak ve Ortadoğu’daki kanatlarını kırmak istiyor.
Yıllardır nükleer güce sahip olduğu net bir şekilde bilinen İsrail, İran’ın nükleer silah üretme kapasitesine bir yıl uzaklıkta olduğunu iddia edip bunu gündemde tutmaya çalışıyor.
Kendisine taktiksel nükleer silahlara sahip olma hakkı tanıyan Trump yönetimi, 2015 tarihli Ortak Eylem Planı başlıklı P5+1 ülkeleri ile İran arasındaki nükleer anlaşmayı iptal etme tehdidinde bulunuyor.
ABD, İngiltere ve Fransa, Hamas’ı terör örgütü olarak görüyor ve kısa bir süre önce Hizbullah’ı da bu listeye eklediler. Bu ülkeler özellikle Suudi Arabistan, Katar ve Kuveyt gibi petrol ve doğal gaz zengini Körfez ülkelerini İran’a karşı kışkırtmak ve araya düşmanlık tohumları ekmeye çalışmakla meşguller.
Bu kin ve nefret, özellikle Suudi Arabistan’da açıkça kendini gösteriyor. Çünkü Suudi Arabistan’ın askeri stratejiye dayalı bölgeyi karıştırma plan ve projeleri büyük bir hezimete uğradı. Suudi Arabistan krallığı 2006 yılında İsrail’in Lübnan’ın güneyinden Hizbullah’ı söküp atmak için başlattığı saldırının finansörlüğüne soyunmuş ve İsrail’e ekonomik olarak ciddi bir destek sunmuştu. Fakat başaramadılar. Hizbullah lideri Hasan Nasrallah 11 Kasım’daki konuşmasında Krallığın, İsrail’e Hizbullah’a saldırması için milyarlarca dolar para ödediği gerçeğini bizzat açıkladı.
Suudi Arabistan, Suudi Arabistan’ın petrol ve Katar’ın doğal gaz hattının Suriye’den geçmesi planını kabul etmeyen Beşer Esed’i devirme planlarında da başarılı olamadı. Yaz başında Katar’a yönelik başlattığı gözdağı operasyonunda da başarısız oldu ve yeni bir düşman kazandı. Bahreyn’deki halk devrimini sönümlemeyi ve durdurmayı da beceremedi. Son olarak Suudi Arabistan, Yemen’e karşı 3 yıldır sürdürdüğü Kararlılık Fırtınası Operasyonu’nda herhangi bir başarı sergileyememiş olmanın hüznünü ve hayal kırıklığını yaşıyor. Yemen direniş güçlerinin Suudi Arabistan’ın başkentine düzenlediği füze saldırısı sonrasında ise Suudilerin endişesi daha da artmış görünüyor.
Amerikan başkanı Donald Trump’ın bizzat teşviki ve Siyonist Jared Kushner ile yürüttüğü işbirliği sayesinde deneyimsiz ve hayal dünyasında yüzen ama iktidar hırsıyla dolu, Suud Prensi Muhammed bin Selman, son olarak Suud ailesinin kraliyet yasasını hiçe sayıp gelenekleri yıkarak; ailenin diğer prenslerine yönelik bir darbe harekatı gerçekleştirdi. Kral Selman, bir şekilde ikna edildi ve tahtın varisi konumundaki veliaht prens Muhammed bin Nayif’i bütün yetkileriyle birlikte görevden aldı. Yerine kendi oğlu Muhammed’i atadı. Bu durum, kraliyet ailesinin kurulduğu günden bugüne uyguladığı geleneğin bütünüyle dışına çıkmak anlamını taşıyordu.
Muhammed bin Selman’ın veliaht olarak atanmasına karşı çıkan ve statükoya geri dönülmesini isteyen 21 prens ve bakan tarafından imzalanan bir dilekçe krala gönderildi. İşte kendisi yolsuzlukların kralını işlemiş olan veliaht prens Muhammed bin Selman, yolsuzlukla mücadele söylemi adı altında kendisini istemeyen prens, bakan ve işadamlarına operasyon çekti. Yaklaşık 800 milyar dolar değerindeki mal varlığına el koydu.
Böylece Muhammed bin Selman, yerelde kendisine yönelik muhalif seslerin tamamını kesti ve devletin tüm kademelerinde tam kontrol sağladı: Askeri, güvenlik, medya, ekonomi ve din konularında hakimiyet artık bütünüyle onda. Tabi, bu başarıda paralı askerlerden oluşan Amerikan Black Water şirketinin payı da büyük.
Muhammed bin Selman, Lübnan Başbakanı Saad Hariri’yi Riyad’a çağırdı ve uçak iniş yapar yapmaz, onu tutuklayarak görevinden istifa etmeye zorladı. Saad Hariri’den İran’ı Lübnan’ın içişlerine karışmakla suçlamasını ve Hizbullah’ı gayrı meşru bir örgüt olarak tanımlayıp kendisine yönelik suikast girişiminde bulunduğunu iddia etmesini istedi. Bin Selman’ın hedefi Lübnanlı gruplar arasına fitne ekmek ve Lübnan’da kaos çıkarmaktı. Yine Riyad’ı vuran Yemen füzelerinin İran ve Hizbullah desteği sayesinde Yemenlilerin eline geçtiğini iddia eden Suudi Arabistan, bunun bir savaş ilanı olduğunu ve Lübnan’ı Hizbullah’tan kurtaracağını ifade etti.
Bölgede III. Dünya Savaşı anlamına gelecek yeni bir savaşın tamtamları çalınıyor. Bu toy, deneyimsiz ve büyük hükümdar olma rüyaları gören Muhammed bin Selman, kendisinin de bölgedeki diğer Arap liderler gibi Amerikan yönetiminin elinde yalnızca bir kukla olduğunun farkında bile değil. Fars Körfezi’ndeki Amerikan üsleri ve filolarının kendisini koruyacağı sanrısına kapılmış. Yemen’deki savaşının yanı sıra, önce Katar’ı halletmeleri ardından da İran’a saldırmaları için bölgedeki Arap liderlere para yetiştirebileceğine aynı zamanda da Hizbullah’a saldırması için İsrail’e ödeme yapabileceğine inanıyor.
Muhammed bin Selman’ın göz ardı ettiği çok önemli bir nokta var. Arap kabilelerindeki bağlılık ve biat kültürü! Hapse atılan prenslere biat etmiş birçok Suud vatandaşı var. Yakın bir süre içinde bir karşı darbe girişimine ve olası bir suikast saldırısına şahit olabiliriz. Suud ailesinin geleneksel yapısındaki kabile şerefine ihanet eden taze veliaht, kabile kanunlarına karşı işlediği günahlar sebebiyle bedel ödemek zorunda kalabilir.
*Filistinli yazar.
(Çeviri: Enes Berat GÜRLER)
KUDÜS HABER
Yorumlar (0)