KHAMENEI.IR medya platformu, İran İslam Cumhuriyeti’nin yakın zamanda siyonist rejime karşı kazandığı 12 günlük dayatılmış savaşta elde ettiği büyük zaferi ve İslam Devrimi Lideri’nin ülkeyi yönlendirmedeki rolünü anlatmak ve derinlemesine analiz etmek amacıyla, "Fetih Anlatısı" başlıklı özel bir dosya hazırlayıp yayımlamıştır.
Bu dosyanın bir bölümünde, İslam Devrimi Lideri’nin danışmanı, Milli Güvenlik Yüksek Konseyi Genel Sekreteri ve bu konseyde Lider’in temsilcisi olan Dr. Ali Laricani, KHAMENEI.IR ile yaptığı kapsamlı bir söyleşide, ateşkes sürecinde yaşanan gelişmeleri, İran İslam Cumhuriyeti’nin bu dönemde karşı karşıya kaldığı sorun ve meydan okumaları ve bunların nasıl yönetildiğini anlatmaktadır.
Söyleşide ayrıca nükleer müzakereler, Milli Güvenlik Yüksek Konseyi’nin görevleri, Direniş Cephesi’nin durumu, "Tetik Mekanizması" meselesi, Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki anlaşma, savunma eksikliklerinin giderilmesi ve askeri caydırıcılığın güçlendirilmesi, siyasi ve medya aktörlerinin performansı ile halkın sorunlarının çözümünde ülkenin önceliği gibi konular da ele alınmıştır.
Bu kapsamlı mülakatın tam metni aşağıda sunulmaktadır:
*
Soru: İlk sorum olarak şunu sormak istiyorum: Şu an bu yeni sorumluluğu üstlendiğiniz koşullarda, Millî Güvenlik Yüksek Konseyi’nin en önemli görevi nedir? Zira karşı karşıya olunan zorluklar çeşitli ve sıralanabilir durumda. Bu zorluklar karşısında yapısal, yöntemsel ya da yaklaşım bazında herhangi bir değişiklik öngörüyor musunuz?
Cevap: Bismillâhirrahmânirrahîm. Şunu söylemeliyim ki, bu konseyin en önemli görevi, mevcut zorlukları öyle bir şekilde yönetmektir ki, bu sürecin neticesinde ülkede millî kalkınmaya elverişli, huzurlu bir atmosfer oluşsun ve halk, öngörülebilir bir yaşam sürebilsin. Çünkü zorluklar her zaman olmuştur ve olacaktır; bugün belki savaş veya başka konular gündemdedir, dün başka meseleler vardı. Bölgesel meseleler var, uluslararası sorunlar da var. Nihayetinde, diplomasinin incelikleriyle direniş güçlerinin ve askerî kuvvetlerin durumu bir araya gelerek, ülkenin millî menfaatlerinin sağlanması gerekir. Asıl amaç, ülke ve devlet için dengeli bir kalkınma ve ilerleme yolunun açılmasıdır.
Doğal olarak şu anda bir savaşın içindeyiz ve geçici bir ateşkes söz konusu. Bu da üzerinde hassasiyetle durmamız gereken önemli bir meseledir. Düşmanın yeniden saldırıya yeltenmemesi için caydırıcı kapasite oluşturmalıyız. Aynı zamanda bu durum, nükleer meseleler, bölgesel konular ve başka hususlardan kaynaklanan birtakım yan etkileri de beraberinde getiriyor.
Soru: Konsey’in bu hazırlık için aldığı tedbirler nelerdir?
Cevap: Belki de şöyle demek daha yerinde olur: Muhtemelen bugünlerde size bir şekilde ulaşabilen herkesin ilk sorusu şu oluyor: "Yeniden savaş çıkacak mı?" — artık bu, bugünün en yaygın sorusu haline geldi.
Ve bu sorunun hemen ardından gelen ikinci soru da şu: "Biz böyle bir şeye ne kadar hazırız?"
Bu soruya verilecek cevap, bir yönüyle bize, bir yönüyle de düşmana bağlı; zira her şey bizim elimizde değil. Ancak burada en önemli mesele şu: Alınabilecek tedbirlerle savaş nasıl önlenebilir, nasıl geri püskürtülebilir, buna odaklanmamız gerekir.
Benim kanaatimce bu konuda etkili olabilecek birkaç temel unsur var.
İlk ve belki de en önemli mesele, milli birlik ve dayanışmadır. Tıpkı on iki günlük savaşta olduğu gibi. O dönemde halkımızın sahip olduğu yüksek bilinç seviyesi gerçekten çok belirleyiciydi. O günlerde İran halkı, düşmanı ve durumu doğru analiz etti; tüm görüş ayrılıklarına rağmen, İran’a ve İran’ın menfaatlerine sahip çıkmak gerektiğini kabul etti. Bu, büyük bir feraset ve olgunluk örneğiydi.
Elbette bu milli dayanışmayı korumak gerekiyor. Yani devletin de, halkın da, herkesin el birliğiyle bu birliği muhafaza etmek için çaba göstermesi lazım. Bu çok önemli bir nokta. Hatta yaptığımız yurtdışı ziyaretlerinden birinde, başka bir ülkenin lideri şöyle demişti: “Dünya, İran halkının bu milli birliğini fark etti.”
İşte bu, bizim için bir milli sermayedir. Bunu korumak ve sürdürmek ise çeşitli faktörlere bağlıdır — ama şimdi bunlara girip vaktinizi almak istemem.
İkinci nokta şudur ki, direnişin sürdürülebilirliği için en önemli unsurlardan biri, halkın asgari bir yaşam düzeyine sahip olmasıdır. Doğrudur, savaş halindeyiz; ancak her halükârda halkın günlük yaşamı öyle bir şekilde idare edilmelidir ki, direnişlerini sürdürebilsinler. Bu, şu anda bizim de üzerinde durduğumuz konulardan biridir ve kanaatimce hükümet, özellikle de Sayın Cumhurbaşkanı, bu meseleye son derece bağlı ve duyarlıdır. Onlar da adaletin bir parçası olarak bunu görmektedir. Dolayısıyla halkın temel ihtiyaçlarının karşılanması gerekir; bu ihtiyaçların karşılanma biçimi, savaş koşullarında farklı, barış zamanında farklı olur. İşte bu, bana göre üzerinde ciddi şekilde düşünülmesi gereken ikinci noktadır.
Bir diğer önemli husus ise, askerî donanım ve teçhizatımızın korunması ve daha da güçlendirilmesidir. Nihayetinde bizler iyi bir askerî kapasiteye sahiptik ve düşman – her ne kadar savaşı başlatan taraf olsa da – sonunda savaşı sona erdirmek için çırpınmaya başladı. Elbette dışarıda, kendi lehlerine bir başarı propagandası yürütüyorlar; ancak dünyadaki pek çok önemli ülke ve halk, aslında bu savaşta stratejik bir yenilgiyi düşmanın yaşadığını fark etti. Bunun çeşitli nedenleri var. Bu durum İran için hem bir avantaj teşkil ediyor, hem de düşman açısından yeni bir hırs doğurabilir. Zira stratejik olarak başarısız olan bir düşman, doğal olarak tekrar başarı kazanmanın yollarını arayacaktır.
Peki bu düşmanı nasıl umutsuzluğa sürükleyebiliriz? Bunun yolu, askerî ve güvenlik imkânlarımızı güçlendirmekten ve geçmişteki bazı eksikliklerimizi gidermekten geçiyor. Bu nedenle zamanımızın bir kısmı da, hangi alanlarda zaaflarımız olduğunu dikkatle, gerçekçi bir bakışla tespit etmeye ve ardından bu eksiklikleri telafi ederek imkânlarımızı daha güçlü hale getirmeye ayrılmalıdır.
İşte bu da çalışmalarımızın bir diğer önemli boyutudur.
Elbette, işlerin bir kısmı da uluslararası ve bölgesel etkileşimler ile oluşturulabilecek denge unsurlarıdır; yani genellikle nezaket ifadeleriyle dolu olan geleneksel diplomasi kalıplarının ötesine geçerek, uluslararası sahnede daha hassas ve derinlikli müzakereler yapmak, bizim görevlerimiz arasında olmalıdır.
Benim gerçekten tavsiyem şudur: Ülke içinde şu meseleye dikkat edilmeli ki, savaşımız henüz sona ermiş değildir; gerek siyasi çevreler, gerekse kürsü sahibi kişiler bilmelidir ki, biz çok önemli bir konumdayız. Elbette İran’ın caydırıcılık kapasitesi oldukça yüksektir. Şu anda fiilî bir savaş olduğunu söylemiyorum, ama şunu bilmek gerekir ki, bir savaş başlamış durumda ve şu an yalnızca ateşkesle yetinilmiş; bu nedenle hazırlıklı olmalı ve toplumsal birlikteliğimizi korumalıyız.
Her hâlükârda, bu savaşta en önemli unsurlardan biri, Rehberiyetin aldığı tedbirlerdi. Kendisi en başından itibaren meseleleri büyük bir dikkatle takip etti, gerekli düzenlemeleri yaptı, komutanları tayin etti, savaşın seyriyle yakından ilgilendi ve halkla doğrudan konuştu. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz bu koşullarda, bu Rehber’in güçlü bir şekilde desteklenmesi gerekir ki, bunun aklî temeli de oldukça sağlamdır. Elbette, insanlar bazı siyasi konularda farklı düşüncelere sahip olabilirler; ancak büyük bir krizle karşı karşıya olduğumuzda, savaşın liderliğini üstlenmiş olan kişiye desteğimizin sağlam olması şarttır. Bu yüzden, onu yıpratacak yaklaşımlardan uzak durmalıyız. Bana kalırsa, bu, zamanın ruhunu doğru kavramanın önemli bir parçasıdır.
Farklı görüşlerin olmadığını söylemiyorum; toplumda farklı fikirler olabilir, siyasetçiler arasında da, partiler arasında da ihtilaflar bulunabilir. Mesele şu ki, zamanın, mekânın ve halkın içinde bulunduğu durumun ciddiyetine kayıtsız kalınmamalıdır. Zira bazen bu tür sürtüşmeler, düşmanı bize karşı harekete geçme konusunda daha da iştahlandırır. Bu nedenle bu yön de bence son derece önemlidir ve üzerinde dikkatle durulmalıdır.
Soru: Millî Güvenlik Yüksek Konseyi bu konuda da bir şekilde devreye girebilir mi?
Cevap: Millî Güvenlik Yüksek Konseyi’nin bu alanda her zaman belli mekanizmaları olmuştur; geçmişte de bazı kararlar alınmıştır. Bu yüzden, şu an yeni bir karar alınmasına gerek yok; çünkü zaten önceden belirlenmiş çerçeveler mevcuttur. Bildiğim kadarıyla, son zamanlarda da bu yönde bazı çalışmalar yürütülüyor. Önemli olan, bu mekanizmanın aktif biçimde çalışmasıdır; yani uzmanlarla, gazetecilerle ve kalem erbabıyla doğrudan iletişim kurması ve onları bilgilendirmesidir.
Geçmişte de bu tür toplantılar yapar, içinde bulunduğumuz durumu onlara anlatırdık. Elbette, bence bu kişilerin çoğunda fikrî bir olgunluk da mevcut. Eğer şartlar onlara net ve sağlıklı bir biçimde aktarılırsa, onlar da isabetli ve yerinde kararlar alacaktır.
Soru: Sayın Doktor! Her ne kadar düşman bu savaşta stratejik bir yenilgiye uğramış olsa da, biz de sahada —taktiğe ve gerçekliğe dair— askeri konularda ve bazı diğer alanlarda birtakım eksiklikler yaşadık. Bu konulardaki planlamanın Millî Güvenlik Yüksek Konseyi’nde yoğunlaşmış olması göz önüne alındığında, kamuoyunun şu anda —mümkün olan ölçüde— bir rapor, bir bilgilendirme bekliyor olması doğaldır: Muhtemel bir sonraki çatışma süreci öncesinde, güvenlik, savunma ve askeri alanlardaki boşlukların doldurulması için şu an ne gibi adımlar atılıyor?
Cevap: Savunma boyutunda, Millî Güvenlik Yüksek Konseyi’nde önemli bir karar alındı: Savunma Konseyi kuruldu. Bu Savunma Konseyi, Millî Güvenlik Yüksek Konseyi’ne bağlı bir yapı olarak, sadece savunma meseleleriyle ilgilenecek; silahlı kuvvetlerdeki aksaklıkların giderilmesi ve bu alanlarda gerekli tedbirlerin alınmasıyla görevli. Konseyin yapısı oluşturuldu, çalışmaları başladı ve ilk toplantısı da gerçekleştirildi. Süreç düzenli bir şekilde takip ediliyor. Bu bağlamda, Genelkurmay’a birtakım görevler verildi ve onlar da çalışmalara devam ediyor. Savunma Bakanlığı, ihtiyaçların temini konusunda aktif bir rol oynuyor ve herkes yoğun bir çaba içinde. Özellikle de Devrim Muhafızları Komutanı ile Havacılık-Uzay Kuvvetleri Komutanı büyük bir gayret gösteriyor; eğer bu süreçte bazı aksaklıklar yaşandıysa, bunları olabildiğince gidermek için ellerinden geleni yapıyorlar.
Ayrıca, alanında uzman kişilerle, yetenekli ve bilgili gençlerin potansiyelinden de oldukça iyi bir şekilde faydalanılıyor. Biz de Sekretarya olarak, artık modern savaş dönemine girmiş olmamız sebebiyle, savunma alanında odaklanacak şekilde bir teknoloji başkanlığı oluşturduk. Bu birim, şu anda bu konular üzerinde yoğunlaşıyor ve çalışmalarını sürdürüyor. Bu nedenle diyebilirim ki, bu alanda birtakım ciddi adımlar atılmış durumda ve ben şahsen oldukça umutluyum; çünkü üniversitelerdeki pek çok uzman kadro da bu sürece dahil oldu.
Soru: Eğer mümkünse, bu meseleyi biraz daha somut ve ayrıntılı bir şekilde açıklamanızı rica ederim.
Cevap: Mesela, diyelim ki hava savunma ve radar alanında geçmişte bazı eksikliklerimiz vardı; şu anda ise bu konulara yoğunlaşılmış ve bu alanlarda ciddi çalışmalar yürütülüyor.
Elbette, tüm ayrıntıları şu an anlatmama gerek yok; sadece bilin ki genel olarak işleyiş bu şekilde ilerliyor.
Tabii, bu savaşta füze sistemleri gibi bazı alanlarda büyük güçlü yönlerimiz de vardı ki, bunlar düşmana ağır darbeler indirdi; dolayısıyla bu alanların mutlaka daha da güçlendirilmesi gerekiyor. Bu konuda da zaten çalışmalar devam ediyor.
Sonuç olarak, savunma boyutu dikkatle takip ediliyor ve inşallah başarıyla sürdürülecek. Hamdolsun, bu alanda geleceğe dair manzara ümit verici görünüyor.
Soru: Bu konuda yeni ekipman alımı da gündeme geldi mi?
Cevap: Evet, elbette vardı; sonuçta işimizin temeli daha çok kendi iç kaynaklarımıza dayanıyor ama yine de başkalarının desteğinden faydalanıyoruz.
Bir diğer önemli konu da güvenlik alanındaki aksaklıkların giderilmesi. Bu konuda da düzenli toplantılar yapılıyor ve bu sorun kesinlikle çözülmeli. Tabii burada sadece insan faktörü yok; “sızma” denince sadece insan etkisi var diye düşünmemek lazım. Evet, insan unsuru da var — bu kesin — ama başka nedenler de söz konusu.
Soru: Tesadüfen tam da söylemek istediğim şey buydu. İçeride, halkımızın kafasında önemli bir belirsizlik ve zorluk var ki, bu konuda henüz tatmin edici bir cevap verilmedi ve bu durum, düşmanın propagandasında da kötüye kullanılmakta. O da şu: Halkımıza ve kamuoyumuza yönelik “sızma” derecesi ve boyutuyla ilgili şeffaf bir rapor sunulmuyor. Bilmiyorum, ülkenin güvenlik sorumlusu bu konuda daha net bir şekilde konuşabilir mi? Eğer mümkünse, lütfen biraz bu mesele hakkında açıklama yapar mısınız?
Cevap: Elbette, çok detaylı olmaya gerek yok, çünkü bu kesinlikle zararlı olabilir; ama bu konular mutlaka takip edilmeli. Önemli olan, bu meseleye dikkat edildiği ve üzerinde çalışıldığıdır. İlk akla gelen düşünce genellikle şu oluyor: Tüm sorun, sokakta ya da başka yerlerde duran bazı kişiler ve onların düşmana bilgi vermesiyle sınırlı. Oysa durum böyle değil. Sahadaki sızma manzarası incelendiğinde anlaşılıyor ki, yeni teknolojiler ve verilerin kesişimi, dış servislerin işine çok daha fazla yarayabiliyor. Bu nedenle, bilgi teknolojilerinde uzmanlaşmak bu konuda büyük katkı sağlıyor ve aslında en büyük sorun bu alanla ilgili.
Yani, düşmanların yaptığı şey sadece insan gücü göndermek değil; bu eski bir yöntem—elbette hâlâ var, ama önemli olan bu değil—, daha çok istihbarat servislerinin elde ettikleri verileri kesiştirerek analiz yapmaları ve bunlardan operasyonları için en iyi şekilde yararlanmalarıdır. Bu nedenle, meseleye bu yönüyle çok daha fazla dikkat edilmeli.
Soru: Ve elbette, eksiklerimizin bir kısmı da medya anlatımlarından kaynaklanıyor.
Cevap: Genel olarak İran medyasının durumunu kötü bulmuyorum; zira birçok kişi bu alanda büyük emek harcıyor, makaleler yazıyor, radyo ve televizyonda, başka mecralarda konuşuyorlar. Bu savaş, herkes için beklenmedik, bir bakıma şaşırtıcı ve haksız bir saldırıydı — yani bir aldatmaca içeriyordu — bu yüzden medya kesimimizin de o dönemde ani bir duraklama yaşadığını kabul etmek gerekir. Ancak sonrasında kendine geldi ve fiilen harekete geçti.
Şu an en önemli mesele, medya kapasitemizi hem artırmak hem de daha teknik hale getirmektir. Bana kalırsa medya davranışlarımız biraz durağan ve tekdüze; bu da etkisini azaltıyor. Yani izleyici, ihtiyaç duyduğu bilgileri kısa, öz ve paketlenmiş şekilde almak istiyor. Tabii her zaman böyle olmak zorunda değil; bazen uzun ve detaylı bir konuyu da ilgi çekici bulursa dinleyebilir. Ancak genel olarak kısa ve öz parçalara daha çok rağbet gösteriyor.
Bir diğer önemli husus ise mesajların samimiyetidir. Herkes kabul ediyor ki güvenlik sebepleriyle her şeyi söylemek mümkün değil, ama yalan söylememek şart. İnsanlar, medya kuruluşlarının yalan söylemediğine, doğru olmayan bilgiler vermediğine kesinlikle inanmalı. Bazıları “Şu anda bunu açıklayamıyoruz” diyebilir, bu kabul edilir. Ama yanlış bilgi verirseniz güvenilirliğinizi kaybedersiniz. Bu, işin temel prensibi olmalı. Özellikle savaş koşullarında, tıpkı halkın liderine güvenerek hedeflere ilerlemesi gibi, aynı şekilde medyaya da dürüstlük bakımından güvenmesi gerekir ki, içinde bulunulan şartları kabul edip kendini ona göre ayarlayabilsin.
Soru: Sayın Doktor! Muhtemelen bu süre zarfında, İnkılab Rehberi ile çeşitli görüşmeleriniz oldu ve olmaya devam ediyor. Size sormak isterim ki, bu yeni sorumluluğu üstlendikten sonra yaptığınız ilk görüşmede, ondan aldığınız en önemli talep neydi?
Cevap: Onun en temel arzusu şuydu: Ülkenin milli menfaatlerinin en iyi şekilde korunması ve kalıcı bir güvenliğin tesis edilmesi için elimizden gelen tüm gayreti göstermemiz. Bu talep, aslında çok geniş bir kapsam taşır; iç meselelerden bölgesel ve uluslararası konulara kadar uzanır. Onun bakış açısı tamamen dayanıklılık, kararlılık ve metanet üzerine kuruludur. Kendisi bizzat bu anlayışla hareket eder. Ben, bu savaş süresince, izlediği yolda en ufak bir tereddüt bile gösterdiğine şahid olmadım.
Soru: O dönemde kendisiyle iletişim halindeydiniz değil mi?
Cevap: Evet, iletişimimiz vardı ve rehberlikleri bize eksiksiz ulaşırdı. Ayrıca düzenli toplantılarımız olurdu, görüşlerimizi sürekli kendisine iletirdik; geri dönüşleri de tarafımıza gelirdi ve bu oldukça açıktı. Şimdi ise savaş sonrası iletişimimiz daha da yoğunlaştı.
Kendisi yolunda büyük bir güvenle ilerliyor ve bu tutumu çokça İmam (Humeyni)’a benziyor. İmam Paris’teyken, rahmetli Şehit Mutahhari birkaç günlüğüne kendisini ziyaret etmişti; dönüşte biz, yani ben ve aynı zamanda Ali Mutahhari, onu karşılamak için havaalanına gittik. Yolda İmam’ı nasıl gördüğünü sorduk; şöyle dedi: “İmam’ı yoluna, halka ve Allah’a inanmış, tamamen Allah’a teslim olmuş biri olarak gördüm.” Daha sonra bir kitabında bunu şu dört “iman” ile ifade etmişti: Hedefe inanmak, yola inanmak, millete inanmak ve Allah’a inanmak. Ben de bu durumu, aynı şekilde, Hazreti Ayetullah Hamenei’de gördüm; adımlarını tam bir güvenle atıyor. İşte bu, ilahi yolu izleyen, hedefi belli olan liderlerin karakteristik özelliklerinden biridir.
Soru: Şimdi başka bir konuya geçelim. Siz de az önce kısaca değindiniz; biz müzakerelerin ortasındayken, düşman fiilen müzakere masasına saldırdı. Dolayısıyla, kesinlikle bizim müzakereye bakış açımız ve yaklaşımımız, 23 Haziran öncesiyle bugünkü koşullar arasında çok farklıdır. Sizce bu koşullarda diplomasi hâlâ işe yarar mı? Eğer işe yarıyorsa, hangi şartlar altında?
Cevap: Benim her zaman tavsiyem şudur ki, İran hiçbir zaman diplomasiye sırtını dönmemeli. Çünkü diplomasi kendi başına bir araçtır. Rehber-i Muazzam da bir keresinde “Her zaman elinizde müzakere bayrağı olsun” demiştir; bu tamamen doğru bir yaklaşımdır. Aslında diplomasi, devletin yapması gereken işlerin bir parçasıdır ve onun bırakılması mantıklı değildir. Önemli olan, ne zaman ve nasıl kullanacağımızdır. Eğer düşman diplomasiyi sahneye dönüştürür, yani bir tiyatro ve gösteri haline getirirse, oradan diplomasi adına hiçbir sonuç çıkmaz. Ya da eğer amacı diplomasiyi başka bir iş için bir kılıf olarak kullanmaksa, o zaman bu zaten gerçek diplomasi değildir ve aslında diplomasi yapmak istememiştir. Ama eğer diplomasi, savaşın bize hiçbir fayda sağlamadığını gördüğümüz ve barış yapmak istediğimiz içinse, işte o zaman gerçek diplomasi oradadır. Ben şu an durumu böyle görmüyorum; çünkü onların yaptığı diplomasi bence bahane üretmekten başka bir şey değil. Fakat yine de diplomasiye sırtımızı dönmemeliyiz.
Müzakere şartlarının nasıl olması gerektiği ve ne zaman sonuç vereceği ise şudur: Müzakere ancak karşı taraf savaşın hiçbir anlamı olmadığını anladığında ve meseleleri müzakere yoluyla çözmek istediğinde başarılı olur. Ama eğer müzakereyi başka bir operasyon için bahane olarak kullanıyorsa, bu doğru bir müzakere değildir. Bu nedenle bizim koşulumuz, gerçek bir müzakere yapılmasıdır. Eğer savaş peşindeyseniz, işlerinizi yapın; ne zaman pişman olursanız, müzakere için gelirsiniz. Ama eğer bu azimli ve dirençli milletin savaşla teslim alınamayacağını gerçekten anladılarsa — onların “İran’ı mutlaka baskı altında bırakmalıyız, teslim olmalı” gibi saçma sözlerine, Rehberimiz de cevabını vermiştir ve bu savaşta da fark etmişlerdir ki “İranlılar teslim olacak halk değildir.” — gerçek bir müzakere yapılmasının şartı budur; bunu anlamanız gerekir.
Soru: Sayın Doktor, İran İslam Cumhuriyeti’nin savaş sonrası—özellikle 12 günlük savaşın ardından—direniş grupları ve cephesi hakkındaki vizyonu nasıl şekillenecek? Siz Irak’a bir seyahat gerçekleştirdiniz, bir de Lübnan’a gittiniz. Şu sıralar Lübnan’da Hizbullah’a yönelik ağır bir baskı söz konusu; özellikle silahlarını bırakması yönünde büyük bir dayatma var. Oysa İsrail, doğrudan askeri çatışmada bu silahlara ulaşamadı! Öte yandan uluslararası medya ortamında, İran İslam Cumhuriyeti’nin ‘direniş cephesi’ olarak desteklediği grupların zayıfladığına dair bir analiz dolaşıyor.
Cevap: Peki, madem zayıflamışlar, o zaman neden bu kadar ısrar ediyorlar, neden bu kadar baskı yapıyorlar? Eğer gerçekten zayıflamışlarsa, mesele kalmamıştır; zayıfsa, zayıftır işte. Genelde güçlü olan bir yere baskı yapılır; zayıf olana değil. Bana sorarsanız, bu söylenenler tuhaf ve garip sözler. Mesela dört beş yıl öncesine, bu son yaşanan olaylardan öncesine dönelim; o zaman kimse “zayıfladılar” demiyordu, değil mi? Ama o dönem İran’ın direniş cephesiyle ilişkisi hakkında ne deniyordu? "İran yanlış yapıyor, bunların bir etkisi yok, bunlar İran’a sadece yük oluyor!" diyorlardı. Kullandıkları dil genelde şöyleydi: “Bunlar önemsizdir, İran boş yere kendini bunlar için harcıyor. Sayılacak bir güç değiller!”
Şimdi de diyorlar ki, “Direniş cephesi zayıfladı.” Peki ama, onların gözünde o zaman güçlü oldukları hâlde aynı sözleri farklı bir dille söylüyorlardı; şimdi de zayıf olduklarını iddia ediyorlar. Madem zayıflar, o hâlde bırakın gitsinler, kendi hallerine terk edin o zaman! Neden bu kadar plan, bu kadar tasarı, bu kadar müdahale?
Bence, bunlar son iki yıl içinde hem kendileri için hem de bölge halkı için büyük sıkıntılar yarattılar; insanları öldürdüler, yaraladılar, halkı açlığa mahkûm ettiler. Ancak bütün bu olanlar, hiçbir kırmızı çizgisi olmayan, her türlü vahşeti işleyebilen bir rejimin suçlarıdır. Ve ne yazık ki Batı dünyası da bu barbarlığı kabullenmiş durumda.
Peki, soru şu: Diyorsunuz ki Hamas’ı yok ettik, o halde neden hâlâ Gazze’yi ele geçirmeye korkuyorsunuz? Halkı öldürdünüz, şehit ettiniz, aç bıraktınız — ama yine de Hamas’ı yok etmeyi başaramadınız. Neden yok olmuyor? Çünkü bu işin sebebi sizsiniz. Siz insanları katlettiğinizde, onların ailesi var, gençleri var; siz onları öyle bir noktaya getiriyorsunuz ki artık sizinle savaşmak zorunda kalıyorlar.
Peki, Hizbullah ne zaman ortaya çıktı? Hizbullah, İsrail Beyrut’u tamamen işgal ettiğinde ortaya çıktı. Hangi ülkenin halkı bir başka devletin boyunduruğu altına girmeye razı olur ki? Bu yüzden bir grup genç, Beyrut düştüğünde, “Kendimizi savunmalıyız,” dedi ve işte bu, Hizbullah’ın çekirdeğini oluşturdu.
Şimdi kalkmışlar, “Hizbullah’ı İran kurdu,” diyorlar! Hayır, bu yapıyı asıl siz, kendi davranışlarınızla yarattınız. Evet, biz yardım ettik — bunu inkâr etmiyoruz, yardım ettik, hâlâ da ediyoruz. Ama Hizbullah’ın özü, bizzat Lübnan halkının iradesiyle doğdu. Ve bu, onlar için büyük bir kazanım oldu: Küçücük bir ülke, İsrail’e karşı direnebildi.
Hamas da aynen böyledir; siz gelip bir ülkeyi işgal ediyorsunuz, sonra da o halkın hiçbir hakkı, hiçbir yeri olmadığını söylüyorsunuz; diyorsunuz ki topraklarınızı başkalarına vermelisiniz. E, halk da doğal olarak buna karşı çıkar. Aynı durum Irak’ta da yaşandı; Amerikalılar gelip Irak’ı işgal ettiğinde, direniş hareketleri ortaya çıktı. Çünkü siz bir ülkeyi işgal ettiniz, halka zulmettiniz, hem de askerlerinizin o akıl almaz, aşağılayıcı davranışlarıyla. Yemen’de direniş neden ortaya çıktı? Husiler zaten önceden beri hükümetle çekişme içindeydiler; ama ne zaman ki Yemen bombalanmaya başladı, onlar da dediler ki artık direnmenin zamanı geldi. Böylece direniş hareketi şekillendi.
Dolayısıyla, direniş onların kendi davranışlarıyla şekilleniyor; ne kadar fazla baskı yaparlarsa, direniş de o kadar derinleşiyor. Diyorlar ki mesela biz bir darbe vurduk; evet, doğru, darbe vurdular; Hizbullah’a zarar verdiler. Ama asıl soru şu: Hizbullah kendini yeniden inşa etti mi, etmedi mi? İçlerinde o kadar çok genç ve mücahit insan vardı ki hemen işe koyulup kendilerini yeniden toparladılar.
Amerika’nın bir dönem ulusal güvenlik danışmanlığını yapmış olan Brzezinski’nin bir kitabı var — bazen sanatçılardan, şairlerden de alıntılar yapıyor o kitapta — orada şöyle diyor: 'Biz Orta Doğu’da yeni bir olguyla karşı karşıyayız; bu da gençlerin siyasi bilinç düzeyinin yüksekliği ve Amerika’ya karşı duydukları nefrettir.'
Amerikalılar baskı yaptıkça ve 'Bizim teorimiz zor yoluyla barıştır' dedikçe... Peki, zor yoluyla barış ne demek? Anlamı nedir bunun? Gelin, bunu yeryüzünde somut olarak tercüme edin.
Soru: Yani, teslimiyet...
Cevap: Ya teslim olacaksın ya da savaş! Hangi onurlu insan böyle bir teslimiyeti kabul eder? Üstelik o Netanyahu denen, ve ondan bile daha akılsız adam da aynı şeyi tekrar edip duruyor, “Ben de aynı görüşteyim” diyor. Yani şimdi o da sahneye çıkıp kendini bu işe dahil etmek istiyor. Peki, bu ne anlama geliyor? Hem şu sonuca varıyor, hem de şu anlama geliyor: Netanyahu “Ben küçük bir ülke olarak barışı güç yoluyla sağlamayı hedefliyorum” dediğinde, aslında bölgedeki tüm ülkelere — Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün, Kuveyt ve diğerlerine — diyor ki: “Ya bana teslim olun ya da benimle savaşın!”
İşte bu tavır, herkesi hassaslaştırıyor ve bu yüzden bugün bölgede İsrail’e karşı genel bir teyakkuz hali var. Elbette, bu ülkeler bizimle aynı şekilde düşünmüyor olabilirler — öyle olduğunu iddia etmiyorum — ama İsrail’in tutumuna karşı tepki duydukları, rahatsız oldukları açık. Ve anlıyorlar ki, İsrail’in karşısında bir set varsa, o da İran’dır.
Bu önemli bir noktadır. Bana göre direniş hâlâ dimdik ayakta ve hareket halinde.
Soru: İslam Cumhuriyeti’nin 12 Günlük Savaş’tan sonraki politikası yine Direnişi desteklemek mi?
Cevap: Bakın, zamanın şartlarına göre karar vermek gerektiği elbette doğru; bunda kimsenin şüphesi yok. Ama İslam Cumhuriyeti, direniş hattını her zaman desteklemiştir, çünkü bu hattı sahici, köklü ve değerli bir güç olarak görür.
İsrail’den vazgeçen mi var? Bugün Amerika hâlâ İsrail’e tam destek veriyor. Peki, böyle bir ortamda İran, “biz İslam’ın çıkarlarını savunuyoruz, ülkemizin geleceğini düşünüyoruz” diyen güçleri görmezden gelirse, bu ciddi bir siyasi basiretsizlik olur.
Düşman, elindeki büyük küçük her imkânı kullanırken, biz neden elimizdeki potansiyellerden yararlanmayalım? İran, sahip olduğu tüm kapasiteyi akıllıca kullanmalı.
Bazen şöyle dediklerini duyuyorum: “Direniş bizim için ne yaptı ki?” Aslında amaçları sizin zihninizde bir etki bırakmak, size telkin etmek: “Bunlar sırtınızdaki bir yük, size sadece maliyet getiriyorlar; bırakın gitsinler, barış da mümkün olur.” demek istiyorlar.
Yakın geçmişte, bu meselelerle ilgili olarak dünya liderlerinden biriyle —ki kendisi Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyesi olan bir ülkenin temsilcisiydi— bir görüşmem oldu. Ona şöyle dedim: “Bu uluslararası kuralları, yasaları ne diye koyuyorsunuz o halde? Madem bize saldırıldığında siz Güvenlik Konseyi üyeleri olarak hiçbir şey yapmıyorsunuz, o zaman bu kuralların anlamı ne?” Bana ne dedi biliyor musunuz? “Bu kurallar saçmalıktan ibaret. Çünkü uluslararası arenada asıl geçerli olan şey güçtür!”
Evet, aynen böyle dedi: “Eğer gücünüzü koruyamazsanız, darbe yersiniz. Çok kötü bir durum, ama gerçek bu. Uluslararası sahne bir nevi orman gibidir; böyle işliyor. İster kabul edin ister etmeyin; ama eğer kabul etmezseniz, daha büyük darbeler alırsınız.”
Öyleyse, güç unsurlarınızı güçlendirmeniz gerekir. İçeride, halkınız çok önemlidir; halkınızı elinizde tutmalı, birliğini sağlamalısınız. Onların ihtiyaçlarını karşılamalı, halkla dostane ilişkiler kurmalı, otoriter bir dille konuşmamalısınız. Aynı zamanda duygularını anlayabilmelisiniz. Bölgesel olarak da imkanlarınız var; bu imkanlarla bölgedeki dostlarınızla birleşmelisiniz. “Mesela Hizbullah ya da direniş güçleri bizim yükümüzdür” diye düşünmek stratejik bir hata olur. Bana kalırsa, hem onlar bizim desteğimize muhtaç, hem de biz onlardan faydalanmalıyız; çünkü kendimizi izole etmek, İran’ın milli güvenliği açısından asla yararlı olmaz.
Soru: Lübnan’a yaptığınız ziyarette Sayın Şeyh Naim Kasım ile de görüşme fırsatı buldunuz; biraz daha samimi ve genel olarak söyleyebilir misiniz, o ziyaret ve görüşmelerde Hizbullah’ın yeniden canlanması ve yeniden yapılanması hakkında değerlendirmeniz nedir?
Cevap: Daha önce de bu konudan bahsetmiştim. Ben gerçekten Hizbullah’ın mensuplarını ve liderini yollarında çok kararlı gördüm. Şu anda da Hizbullah’ın lider kadrosu ve gençleri tamamen kararlılar. Karşılama töreninde ya da Şehit Nasrallah’ın türbesinde onlara hitap ettiğimizde, o nesli gördünüz; elbette bu sadece onların bir yansımasıydı. Onları kimse çağırmamıştı, kendileri gelmişti. Onların ruh hali böyle; kendilerine haksızlık edildiğini düşünüyorlar, bu yüzden canlarını feda etmişlerdir Lübnan’ı korumak için. Şimdi bazıları çıkıyor ve diyor ki “Siz teslim olmalısınız!” Peki, neden teslim olalım? Kime teslim olalım? Onlar buna çok kırgınlar.
Bizim tutumumuz her zaman şu olmuştur: Bu konuları kendi aralarında ulusal bir diyalogla çözmeliler ve hâlâ da bu prensibi savunuyoruz. Direniş güçlerine hiçbir zaman bir şey dayatmadık. Şimdi “Bunlar İran’la bağlantılı” diyorlar; evet, bağlantılılar çünkü onlar bizim kardeşimiz. Ama bu, onların bizim emirlerimizi yerine getirdiği anlamına gelmez. Bizim yöntemimiz tamamen farklıdır; onlar olgun, kendi kararlarını verebilen yapılar. İran’ın diğerlerinden farkı da budur. Onların stratejisi ya teslim ol ya da savaş; ama bizim anlayışımız, onların akıl ve olgunluklarını dikkate alıp saygı göstermektir. Biz sadece kendimizin güçlü olmasını istemiyoruz, bölgenin de bağımsız ve güçlü olmasını istiyoruz. Lübnan, Irak, Suudi Arabistan gibi devletlerin hepsi güçlü olmalı. Biz onların zayıf ve bizim kontrolümüzde olmasını arzu etmiyoruz. Biz hakimiyet peşinde değiliz; kardeşlik ve akıllı iş birliği peşindeyiz. Bağımsız ve güçlü devletlere inanıyoruz.
Biz her zaman direnişi destekledik ve İslam Cumhuriyeti’nin stratejisi de direnişi desteklemektir.
Soru: Eğer uygun görürseniz, doğrudan nükleer enerji meselesine geçelim. Siz uzun yıllardır nükleer dosyalar ve Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’yla (UAEA) uğraşan biri olarak bu konularda derin bir deneyime sahipsiniz. Bu son yaşanan gelişmeler ve savaşın yaşandığı bu süreçte ajansın tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? İran İslam Cumhuriyeti, bu konuda ajansla olan ilişkilerinde ve hatta hukuki takiplerinde nasıl bir yol izlemeyi planlıyor?
Cevap: Benim bildiğim kadarıyla, sayın el-Baradey döneminden ve sonrasındaki kuşaklara kadar ajans hiç bu kadar yıkıcı ve kötü bir konumda olmamıştı. Elbette ki Batı’nın etkisi altında hareket ediyorlar, ama en azından uluslararası ilişkiler açısından belli bir ölçüde akılcı davranıyorlardı. Fakat bu son yönetici, adeta Siyonist düşmana ve Amerika’ya tam yetki vermiş gibi; yani bu savaşta körükçü oldu. Utanç verici olan şu ki, denetim rejimi kurallarında açıkça yazıyor: UAEA, NPT (Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması) üyesi ülkeleri savunmalı, derhal Yönetim Kurulu toplantısı yapıp sonucu Güvenlik Konseyi’ne sunmalı; ama o sadece seyirci kaldı, hatta kınama bile yapmadı! Böyle biri UAEA Genel Direktörlüğü’ne gerçekten layık mı? El-Baradey çok daha akıllıca davranıyordu; elbette uluslararası baskılar hep vardı ama o, kurumun onurunu korumak adına tedbirler alıyor ve en azından mesleki duruşun bir nebze olsun yansıtılmasını sağlıyordu. Şimdiki ise tamamen vazgeçti, teslim oldu. Savaş ise bambaşka bir boyut; bizim nükleer tesislerimiz bombalandı ama ajans tek bir kınama bildirisi bile yayınlamadı! Gerçekten tam bir rezalet.
Bence öncelikle kurumun kendisini, uzmanlık alanının ne olduğunu düşünmeliler. Şimdi ülkeler için asıl soru şu: Kurumun uzmanlık alanı ne? Biz NPT üyesiyiz; kurumla çalışmamızın ne anlamı var? NPT'den ayrılmamız gerektiğini söylemiyorum; bunun halkımız ve tüm ülkeler için mantıklı bir soru olduğunu söylüyorum.
NPT’den (Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması) çıkmak, İran İslam Cumhuriyeti için her zaman bir olasılık olarak var olmuştur. Elbette, şu anda böyle bir adım atıldığını söylemiyorum; çünkü bu da büyük bir hikmetle, duruma göre değerlendirilerek yapılması gereken bir iştir. Biz zaten bomba peşinde değiliz; bir ülke bomba peşindeyse, o zaman NPT’yi kabul etmemesi anlaşılırdır. Ama bomba peşinde değilseniz, NPT’yi kabul etmeniz gerekir, buna itiraz edecek bir sebep yoktur. Fakat gerçek şudur ki, NPT bizim için hiçbir avantaj sağlamadı.
Bakın! Uluslararası arenada işler ancak güçlü bir duruş sergilediğinizde yolunda gider. Diplomasi masasında sarılarak, sıcak ilişkilerle meselelerin çözüleceğini düşünmek yanlış olur. Eğer elinizde güç varsa, işlerinizi halledebilirsiniz. O yüzden İran’ın güç peşinde koşması gerekir.
Soru: NPT'den çekilmek İslam Cumhuriyeti'nin seçeneklerinden biri mi?
Cevap: İran’ın NPT’den (Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması) çıkması, her zaman bir olasılık olarak var olmuştur. Tabii ki, şu anda kimsenin bunu yapacağını söylemiyorum; çünkü böyle bir adım da büyük bir basiretle atılmalı ve ona özgü şartlar iyi değerlendirilmelidir. Biz atom bombası peşinde değiliz; bir ülke bombaya yöneliyorsa, o zaman NPT’yi kabul etmemesi normaldir. Ama eğer bomba peşinde değilse, NPT’yi kabul etmeli ve reddetmesi için hiçbir sebep yoktur. Fakat gerçek şu ki, NPT bizim için hiçbir özel anlam taşımamıştır.
Bakın! Uluslararası arenada meselelerle karşı karşıya geldiğinizde eğer güçle hareket ederseniz işiniz yolunda gider. Dünya sahnesi böyledir. Ama sadece diplomasiyle, kucaklaşarak bir problemi çözebileceğinizi düşünmek yanlış olur. Öyle bir şey yok. Eğer gücünüz varsa işler yolunda gider. Bu yüzden İran’ın güç peşinde koşması gerekir.
Soru: Şu anda bizim nükleer politikamızda bu sözlerin anlamı nedir?
Cevap: Nükleer politikamızda bunun anlamı şudur: Müzakereleri asla tamamen terk etmeyin, ama müzakerelerde asla boyun eğmeyin. Bunun yerine, akılcı ve mantıklı çözümler sunun. Esneklik göstermemek gerektiğini söylemiyorum; ancak esneklik göstereceğiniz yer, karşı tarafın da sorunu çözme niyetinde olduğu zaman olmalıdır. Mesela, bir zamanlar Rehberimiz, ‘kahramanca esneklik’ten bahsetmişti; bu, karşı tarafın da aynı niyette olduğu durumlar içindir. Ama eğer karşı taraf teslim olmanızı istiyorsa, işte o noktada teslim olmamak gerekir, dik durmak ve direnmek gerekir.
Soru: Sayın Doktor! Önümüzdeki haftalarda, aylardır süregelen tartışmaların bir parçası olan “tetik mekanizması” (snapback) meselesiyle karşı karşıyayız. Bu konuda Avrupa ülkeleri başrolü üstlenmiş durumda ve İran’a karşı bir tehdit aracı olarak bunu kullanıyorlar. Siz bu aracın ve Avrupalıların bu konudaki tavrını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Cevap: Avrupalıların ne yaptıkları aşikâr, bunu değerlendirmeye gerek yok; apaçık ortada. Bunlar, aslında ABD’nin bir operasyonunun parçasını icra ediyorlar. Ancak burada bir ihtilaf var. Rusya, Çin gibi birçok ülke açıklama yaptı ve bu tetik mekanizmasının ancak taraflardan biri nükleer anlaşmanın şartlarına uymadığı zaman devreye gireceğini savunuyor. Peki, kim uymadı? Tesislerimize saldırdılar; o halde neden mekanizmayı İran’a karşı kullanıyorsunuz? Uluslararası hukuka bakıldığında, durum gerçekten çok hüzünlü. Bir şiir var derler ki:
“Kirpiklerinin oku, gözlüğün arkasından,
Kardeşimin kalbine saplandı, onu vurdu.”
Yani biri bu işi yapıyor, diğeri ise ona saldırıyor. Bu uluslararası tablo gerçekten tuhaf ve trajik. Böyle acı olaylar her daim yaşanıyor. Dolayısıyla, arada büyük bir görüş ayrılığı var.
Bir diğer görüş ayrılığı ise şu: Eğer tetik mekanizmasını kullanmak istiyorsanız, hemen Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne gidemezsiniz. Önce talebinizi sunmanız gerekir, ardından bir uzman heyeti, sonra bir bakanlar kurulu devreye girer. Bunların değerlendirilmesinden sonra ancak Konsey’e gidilebilir. Oysa onlar doğrudan Konsey’in kapısını çaldılar!
Bir sonraki nokta şu ki, Amerika dışarı çıktı; şimdi kaç kişi kaldı? Altı kişi kaldı; yani İran var, Rusya var, Çin var ve üç Avrupa ülkesi var; işte bu da üçe üç yapıyor. Peki, nasıl karar verecekler? Eğer yedi ülke olsaydı, çoğunluk anlam ifade ederdi; ama şimdi üçe üç oldu. Yani, eğer kurallara göre hareket etmek istiyorlarsa, bu hiç de kolay değil.
Mantıklı yol, sorunu müzakereyle çözmek olurdu; fakat onlar bunu baskı ile halletmek istiyorlar. Baskı da iki tür oluyor: Birincisi Amerikalıların yöntemi, yani bombardıman; ikincisi ise onların yöntemi, bu durumu üzerimize dikte etmek—ya bunu yaparız ya da şu olur! Ancak işin özü metinde bu; dolayısıyla fikir ayrılıkları mevcut.
Soru: Sayın Doktor, Çin ile stratejik iş birliği ve anlaşma konusunda da geçmişiniz var. Günümüzde Çin ve Rusya ile ilişkilerimiz nasıl? Bu ilişkiler ne yönde ilerliyor? Şimdi bazı tartışmalar var —tabii ki hemen yargılamak istemem—; bu ülkelerin, özellikle bu savaş sürecinde beklenildiği gibi tam olarak yanımızda durmadıkları yönünde. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz; Çin ve Rusya ile olan ilişkilerimiz şu anda hangi durumda ve hangi yöne gidiyor?
Cevap: Genel olarak, bu iki ülke ile ilişkilerimiz iyi durumda. Onlarla siyasi ilişkilerimiz oldukça güçlü, ticari ilişkilerimiz oldukça canlı, ayrıca askeri ve güvenlik iş birliklerimiz de var. Ülkeler kendi özel koşulları ve stratejileri doğrultusunda bizimle hareket ediyorlar; biz de aynı şekildeyiz. Yani, hiçbir ülkeden bizim istediğimiz biçimde tamamen uyumlu hareket etmesini beklemek doğru olmaz. Herkes iş birliği sürecinde kendi şartlarına ve çerçevesine göre hareket ediyor.
Batılı ülkeler bizimle çalışmadığında biz ne yapmalıyız? “Onlarla iş yapmayalım” diyenler aslında bizim yalnız kalmamızı mı istiyor? Batılılar bizimle iş birliği yapmıyorsa, biz Çin’le, diğer ülkelerle çalışırız. Onlar ilişkilerinde çok zorlayıcı davrandılar; biz de stratejik ilişkiler kurduk ve açıkçası bize iş birliği yaptılar. Zaten bu yaptırımlar sürecinde, biz bu ülkelerle ve komşularımızla çalıştık.
Siyasette çözümler, ülke sayısı kadardır. Batılılar “İran’a surat asarız, o da aklını kaybeder, ‘Lütfen, teslim oluyoruz’ der” diye düşünmemeli! İran da başka yollar bulur.
Bence İran, komşularından ve diğer ülkelerden faydalanarak doğru bir hamle yaptı ve bu sayede yaptırımları bir ölçüde hafifletti. Elbette tüm yaptırımlar ortadan kalkmadı; çünkü ekonomimize etkileri oldu. Ama biz hiçbir şey yapmadan onların baskı yapmasını bekleyemeyiz. Ülkenin aldığı kararlar bana doğru görünüyor; kimi ülke az, kimi ülke çok iş yaptı bizimle.
Batılı ülkeler bizimle çalışmayı reddettiğinde ne yapmalıyız? “Onlarla iş yapmayalım” diyenler, aslında bizim tek başımıza kalmamızı mı istiyor? Batılılar iş birliği yapmazsa biz Çin’le, başka ülkelerle çalışırız. Onlar ilişkilerde zorlayıcı davranınca biz de stratejik ortaklıklar kurduk, ve açıkçası bu ülkeler bizimle iş birliği yaptı. Bu yaptırımlar sürecinde de komşularımızla ve bu ülkelerle çalıştık.
Siyasette çözüm sayısı, ülke sayısı kadardır. Batılılar “İran’a yüz çevirelim, o da aklını kaybeder, ‘Tamam, teslim olduk’ der” diye düşünmemeli. İran da başka yollar arar.
Bence İran doğru yaptı; komşularından ve diğer ülkelerden destek alarak yaptırımların etkisini bir ölçüde azalttı. Tabii ki yaptırımlar tamamen kalkmadı, çünkü ekonomimiz bundan etkileniyor. Ama biz hiçbir şey yapmadan, onların baskı yapmasını bekleyemeyiz. Ülkemizin aldığı kararlar bana doğru geliyor. Kimisi bizimle az, kimisi ise daha çok çalıştı.
Soru: Savaş öncesinde, son bir yıl içinde bu konu sıkça konuşuldu; savaşın son dönemlerinde tekrar gündeme geldi ve şimdi, savaşın biraz geride kalmasıyla birlikte yeniden tartışılmaya başlandı: Diplomasi ile sahadaki güç ne kadar uyum içinde ve ortak hareket ediyorlar mı, yoksa birbirlerinden ayrı, kendi yönlerine mi çekiştiriyorlar? Sayın Laricani’nin bu konuda ne düşündüğünü merak ediyorum.
Cevap: Aslında bu iki alan birbirinden kopuk değil, bunlar milli gücün ayrılmaz parçaları.
Soru: Son bir yıl içinde, diplomasi bir şey talep ederken, sahadaki gerçekler başka bir talepte bulunuyordu; İsrail ile olan karşılaşma ve tutum konusunda adeta iki farklı ses yükseliyordu.
Cevap: Aslında demek istediğim şu ki; bunlar birbirinden tamamen ayrı meseleler değil. Diplomasi kendi başına bazı şeyler ister, sahada ise bambaşka talepler ortaya çıkar diye bir ayrım yapmak doğru olmaz. Ülkeler kendi milli güçlerini artırmayı hedeflediklerinde, tüm bunları bir bütün olarak görürler; hatta ekonomiyi bile bu çerçeveye dahil ederler. Elbette ki bunlar arasında bir denge kurarlar; derler ki, “Burada şu adımı atıyoruz çünkü bu, milli gücümüz için gerekli. Diplomasi bunu gerçekleştirsin, saha da bu işi halletsin, ekonomi buna destek versin, kültür de buna katkıda bulunsun.
Dolayısıyla esas hareket, ulusal çıkarlar ve milli güce doğru atılan adımdır ve bunun gölgesi hem sahada, hem diplomasi alanında, hem ekonomide, hem de kültür ve toplumda kendini gösterir. Başarılı bir ülke, esas hareketini güç alanında doğru biçimde tanımladığında ve atması gereken adımı doğru zamanda belirlediğinde, bunu diğer alanlarda da doğru şekilde ifade edebilen ve uygulayabilen ülkedir.
Soru: Yani bunlar bizim için her zaman uyum içinde olmuşlar mı?
Cevap: Evet, her zaman uyum içindeydiler ve şu anda da uyum içerisindeler. Bu konuda herhangi bir sorunumuz yok; her zaman omuz omuza yürüdüler. Özellikle Yüksek Ulusal Güvenlik Konseyi’nin temel görevi de budur: Ulusal güvenlik açısından gerekli olan bir konuda diplomasi ne yapmalı, sahadaki güç ne yapmalı, ekonomi alanı nasıl hareket etmeli, bunları belirlemek. Anayasa’da Yüksek Ulusal Güvenlik Konseyi, ekonomi, savunma ve diplomasi alanlarını bir arada ele alan yerdir. Bu nedenle Konsey’in üyeleri arasında tüm askeri, ekonomik, dış ve iç politika unsurları bulunmaktadır.
Soru: Doktor Bey, Ermenistan ile Azerbaycan arasında Amerika’da varılan son anlaşmayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu durum bizim için bir tehdit oluşturabilir mi? Bu meseleye karşı alabileceğimiz muhtemel tedbirler nelerdir?
Cevap: Genel olarak bu mesele, yalnızca İran’a özgü bir konu değil; daha büyük bir tasarımın parçası. Bu tasarım, Orta Asya ve Kafkasya’dan azami şekilde faydalanmayı hedefliyor ve Amerika, NATO ve benzeri aktörler de şüphesiz bu bölgeye kuşkucu bir gözle bakıyor. Aynı zamanda bu gelişmeler, hem Rusya’ya hem de bize yönelik bir tür baskı anlamına geliyor.
Ancak asıl soru şu: Bu hamle, İran için jeopolitik bir boğulma yaratabilir mi, yaratamaz mı? Bu, bizim bu meseleyle nasıl bir ilişki kurduğumuza bağlı. Şimdiye kadar Ermenistan Ulusal Güvenlik Konseyi Sekreteri benimle temasa geçti, Dışişleri Bakanlığımızla görüştüler, Cumhurbaşkanımızla da temasa geçip bazı açıklamalarda bulundular.
Ben onların bu davranışlarını tamamen yerinde bulduğumu söylemiyorum; daha hassas ve dikkatli davranabilirlerdi. Ama söyledikleri şu: "Biz ticari bir adım attık ve farklı yollar oluşturmak istiyoruz, böylece bu güzergâh daha işler hâle gelir. Kesinlikle Kuzey-Güney koridorunu kesmek gibi bir niyetimiz yok." Elbette bu ifadelerin sadece telefonda dile getirilmiş olması yeterli değil. Bu söylemler belgelendirilmeli, yazılı hâle getirilmeli ve bir mutabakata bağlanmalıdır.
Eğer bu şekilde kayıt altına alınır ve üzerinde uzlaşmaya varılırsa, bizim için bir jeopolitik boğulma söz konusu olmaz. Bu başka bir mesele, o başka bir mesele olur. Ama eğer bu süreç Kuzey-Güney hattının işlemesini engellerse, o zaman elbette bizim için tehdit oluşturabilir.
Dolayısıyla her şey, bizim bu gelişmelere nasıl yaklaşacağımıza bağlı. Şu anda da işte tam bu konular üzerine Ermeni tarafıyla aramızda müzakereler sürüyor.
Soru: Yani şu anda yeryüzünde yaşanan bu olay, kendi başına bizim için doğrudan bir tehdit anlamına gelmiyor mu?
Cevap: Evet, şu an için olayın kendisi doğrudan bir tehdit olmayabilir; tabii bu, gerekli adımların atılması şartıyla geçerlidir. Elbette her zaman belli başlı tedbirlerin alınması gerekir; ben “hiçbir risk yok” demiyorum.
Soru: Peki, İran İslam Cumhuriyeti’nin bakış açısından bakıldığında, bu bölgede “jeopolitik boğulma” dediğimiz şey tam olarak ne zaman ortaya çıkar ki biz buna karşı çıkalım?
Cevap: Bu bölgede jeopolitik boğulma dediğimiz durum, şu anki şartlarda Ermenistan’a olan kara bağlantınızın kesilmesiyle oluşur. Eğer o yol kapanır ve siz artık Ermenistan’a ulaşamazsanız, işte o zaman gerçekten bir boğulma söz konusu olur. Ama Ermenistan’ın şu ana kadar İran’a verdiği açıklamalarda böyle bir şey görülmüyor. Eğer böyle bir boğulma olursa, biz kesinlikle buna karşı dururuz. Ama şu ana kadar gelen açıklamalar, böyle bir riskin olmadığını gösteriyor. Tabii bu konu daha hassas şekilde incelenmeli; Sayın Cumhurbaşkanı’nın yapacağı ziyaretin de bu konuyu büyük ölçüde netleştireceğini düşünüyorum.
Soru: Komşu ülkelerden biriyle olan ilişkilerimiz ve aramızdaki temaslar, özellikle o ülkenin İsrail’le iş birliği yaparak İran’a yönelik bazı askerî operasyonlara destek verdiği yönündeki söylentiler nedeniyle, kamuoyunda bazı soru işaretleri doğuruyor. Bu konuda bir açıklama yapar mısınız?
Cevap: Eğer gerçekten İsrail’le iş birliği yapmışlarsa, bu bizim kesinlikle kabul edebileceğimiz bir şey değildir. Böyle bir şeyi onlardan beklemeyiz ve bu tavır bizim açımızdan hoş karşılanmaz.
Soru: Yani şimdi, İran İslam Cumhuriyeti, Azerbaycan’ın İsrail’le on iki günlük savaşta iş birliği yaptığına dair kesin bir kanaate mi varmış?
Cevap: Şimdiye dek bu konuda elimizde hiçbir somut delil yok. Bakın, bizim belgeli ve kanıtlı konuşmamız gerekir. Bazı kişiler birtakım iddialarda bulunuyor ama bunların bizim için geçerli olabilmesi için açık ve sağlam bir delil sunmaları gerekir. Henüz elimizde böyle bir delil yok. Üstelik Azerbaycan hükümeti de açıkça böyle bir şeyin olmadığını söylüyor. Bizim de masaya koyabileceğimiz kesin bir delilimiz yok.
Kaldı ki Azerbaycan, hem komşumuz olan bir Müslüman ülkedir, hem de kültürel olarak bize çok yakındır; bizim dostumuzdur. Elbette bazı konularda aramızda görüş ayrılıkları olabilir, nitekim bizim güneyimizdeki bazı ülkelerle de benzer ilişkilerimiz mevcut. Ama biz dostluk ilişkilerimizi kurarken bu tür unsurları da göz önünde bulundururuz. Dostluk dediğiniz şey tek biçimli değildir; bir ülkeyle birçok alanda dost olabilirsiniz, bazı alanlarda ise belli nedenlerle mesafe koyabilirsiniz.
Mesela bizim ilişki içinde olduğumuz büyük ülkeler —Rusya ve Çin gibi— İsrail’le de ilişkilerini sürdürüyorlar. Ama biz bu meselede kendi çıkarlarımızı gözetiyoruz. Günümüz dünyasında bu çeşitlilik gerçeğini kabul etmeliyiz. Bizim Siyonist rejime dair sahip olduğumuz algıya, birçok ülke aynı şekilde sahip değil. Elbette, bizim gibi düşünen ülkeler de var —örneğin Irak ve bazı başka ülkeler— onlar da bizimle benzer bir bakış açısına sahip.
Soru: Sorum onların bakış açılarıyla ilgili değildi; mesele, bize karşı bir güvenlik karşıtı eylemin kaynağı olup olmadıklarıyla ilgiliydi.
Cevap: Bu tür bir ihtimal her zaman potansiyel olarak vardır, ancak şu anda böyle bir durum söz konusu değil. Azerbaycan hükümetinin yaptığı açıklamalara baktığımızda, bize yönelik bir eylemde bulunduklarına dair bir işaret yok. En azından şu an için Milli Güvenlik Yüksek Konseyi’nde bu yönde güçlü bir delil elimizde bulunmuyor.
Bizim inancımız da şudur: Azerbaycan, bizim komşumuzdur, Müslüman bir ülkedir ve dost bir devlettir; böyle bir işe kalkışmaz. Şimdiye kadar yaptığımız incelemelerde de bu yönde bir kanıt elde edemedik. Elbette, günün birinde elimizde böyle bir şey geçerse, o zaman meseleye başka şekilde yaklaşmamız gerekir. Ama şu an için elimizde bir belge yok ve temelsiz iddialarla harekete geçemeyiz.
Soru: Sayın Doktor, önceki konuyla bağlantılı olarak, görünen o ki "tetik mekanizması" devreye sokulmak üzere ve bu düğmeye basacaklar. Böyle bir durumda, İran’ın tepkisi ne olacak?
Cevap: Şu anda bu konu içeride ciddi şekilde değerlendiriliyor ve bildiğim kadarıyla bazı ülkeler, bu adımın atılmaması için müzakere yollarını arıyorlar. Rusya ve Çin de farklı bir tutum içindeler; onlar da bu sürecin önüne geçmeye çalışıyorlar.
Soru: Peki, bir uzatma teklifi gelirse, İran bunu kabul eder mi?
Cevap: Bu konuda görüş ayrılıkları var. Bizim kanaatimiz, bu teklifin kabul edilmemesi yönünde. Bazı ülkeler böyle bir öneride bulundu, fakat İran bu yaklaşımı doğru bulmuyor. Çünkü bu, yeni bir sürecin kapısını aralamış olur; her seferinde "hadi bu kez altı ay daha, bir dahaki sefere bir yıl daha" demeye başlarlar. Oysa biz başından beri on yıllık bir anlaşma yaptık ve bu sürenin sonunda mesele kapanmalıydı. Artık tabiri caizse bu işte hile yapılmamalı, yeni şartlar dayatılmamalı. İran gerçekten de bu tür yaklaşımları kabul etmiyor. Gerçi içeride bazıları "bu altı ayı kabul edelim" diyor, ama genel kanaat, buna onay vermemek yönünde.
Soru: Yani BM Güvenlik Konseyi henüz bu konuda bir karar vermedi mi?
Cevap: Hayır, bu meseleyle ilgili Güvenlik Konseyi’nde izlenebilecek yollar var ve bu yolların kat edilmesi gerekiyor. Zaten ifade ettim; “mekanizma”nın nasıl işletileceği konusunda görüş ayrılıkları mevcut ve bu ayrılıklar, bazı önemli ülkeler arasında da söz konusu. Konu Güvenlik Konseyi’ne taşınsa bile, orası da tartışma zemini olur; orada da bu mekanizmanın devreye alınıp alınmayacağına dair bir karar verilebilir.
Soru: Peki, eğer bu gerçekleşirse, İran İslam Cumhuriyeti’nin bu duruma karşı alacağı tedbir ne olacak? Görünen o ki, bu en kötü senaryo olur.
Cevap: O zaman da bir tedbir alırız. Siz şu an en kötü ihtimali gündeme getiriyorsunuz, ama o noktaya gelmemize daha vakit var.
Soru: Sonuç olarak, eğer eklenmesi gereken bir husus varsa, lütfen buyurun.
Cevap: Benim düşüncem gerçekten şu ki, içinde bulunduğumuz şartlarda hepimizin önceliği halkın ihtiyaçlarını gidermek olmalıdır; çünkü şu an en acil ve en önemli mesele budur. Bana göre bunun çözüm yolları da vardır; yani gayret göstermek gerekiyor. Ülkemizde insanlar temel ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanıyorsa, bu her şeyden daha yürek burkucu ve mutlaka çözülmesi gereken bir meseledir. Tabii başka bazı konular da var; mesela elektrik, doğalgaz gibi sorunlar ki bunlar çözülebilir meselelerdir. Gayret gösterilmeli; fabrikalarımızı kapatmamamız lazım. Fabrikalar kapandığında, milli servetimiz azalır. Şu anda İran’da böyle bir durum olmamalı. Ayrıca devlet, çeşitli ülkelerle görüşmeler yaparak bu dengesizlikleri ve zorlukları aşmaya çalışıyor. Belki de bu mesele, hepimizin aynı kararlılıkla üzerine gitmesi gereken en kritik noktadır. Elbette bu işin büyük yükü devlet ve meclisin omuzundadır, biz de milli güvenlik kısmını üstleniyoruz; fakat kaygı duyuyoruz, çünkü bu durum halkın dayanıklılığını zedeler.
Kudüs Haber Ajansı - KHA
İsrail, İran'a Karşı Sonraki Tura Hazırlanıyor
Barış Mukabilinde Teslim Olmak
Sınvar'ın Hamlesi Bir İntihar Mıydı?
Aksa Tufanı, İsrail'in Gücü Kader Değildir Diyor
