On yıl boyunca Amerikan askeri gücü İsrail’in izinden gidip nihayetinde İsrail ordusunun tecrübe ettiğini tekrarlamayı başardı. Evet, bir ihtişam devam etmekte; ancak bu anların gerçekten de geçici olduğu pek yakında anlaşılacak. 11 Eylül’den sonra Washington’un Ortadoğu’yu “geleceğe taşıma” ya da “özgürleştirme” çabaları son haddine ulaştı.
Afganistan ve Irak’ta oğul Bush terörizme karşı takdire şayan küresel bir savaşa girişirken Amerikan kuvvetleri de bir zamanlar İsrail ordusunun tescilli malı olan hız ve şevkle operasyonlara başladı. “Şok ve dehşet” stratejisi sayesinde Kabil düştü ve onu bir buçuk yıldan kısa bir süre sonra Bağdat izledi. Önde gelen generallerden birinin 2004’te Kongre’ye yaptığı açıklamada söylediği gibi, Pentagon savaşa kapsamlı bir çözüm bulmuştu:
“Ağ bağlantılı sistemlerle karar alam üstünlüğünü elde etmiş durumdayız. Yeni sensör ve kontrol donanımları ile benzeri görülmemiş ve gerçek zamanlıya yakın durumsal farkındalık, artırılmış bilgi kullanılabilirliği ve hassas mühimmatların derin ve geniş savaş alanlarında hedeflenebilmesi gibi çeşitli yeteneklere kavuştuk. Geleceğin ağ bağlantılı gücüne ait tüm bu yetenekler; bilgi hakimiyetini, hızını ve doğruluğunu artıracak ve karar almada bize üstünlük sağlayacak.”
Bu karmaşık teknik açıklamadaki anahtar ifade, iki kez zikredilen “karar alma üstünlüğü” ki o sıralarda Amerikalı askeri yetkililer ve Bush yönetimi nasıl kazanacaklarını bildiklerine inanıyorlardı.
Haftalar içinde sona ereceği açıklanan askerî harekâtların yıllarca devam etmesi, Afganistan savaşının ABD tarihindeki en uzun savaş olması ve Amerikan kuvvetlerinin kendilerine yönelik ayaklanmalarla karşı karşıya kalması, bu başarı iddialarının erkenden telaffuz edilmiş saha uygunluğu düşük sözler olduğunu gösterdi. İlgili kararların fiilen uygulanmasına gelince, Pentagon (tıpkı İsrail ordusu gibi) tamamen şaşkına dönmüştü.
Zafersiz Bir Askerî Anlayışı
Afganistan ve Irak’taki savaşlardan (ve İsrail’in savaşlarından) genel bir çıkarım yapılacaksa zaferin bir yanılsama/bir vehim olduğu görülür. Üstün güçlere sahip olmakla karşınızdaki düşmanının teslim olmasını beklemek vadesi dolmuş kredileri ödemek için piyango bileti almaya benzer ki tahakkuku çok fazla şans gerekir.
Amerikan ekonomisi bir çalkantı ve kaosa girerken Amerikalılar, İsrail’deki “demografik bomba” sorununa eşdeğer bir sorun olan ekonomi bombası üzerine derin derin düşünüyor. Bireysel ve kolektif müzmin israf hastalığı uzun vadeli ekonomik durgunluk olasılığını artırıyor. Büyüme yok, iş yok, tatsız bir hayat… Ayrıca kontrolsüz harcamalar da bu tehdidi daha da artırıyor.
2007 yılına gelindiğinde Amerikalı subaylar, savaşı bırakmamış olmalarına rağmen zaferden umudu kesmişlerdi. Önce Irak’ta, sonra Afganistan’da öncelikler değişti ve üst düzey generaller -en azından- Rabin veya Norman Schwartzkopf’un “zafer” tabirinden anladığı manada bir zafer öngörüsünü rafa kaldırıp hezimete uğramayacakları bir yol tutturmaya çalıştılar. Washington ve ABD Ordusu’ndaki liderlik pozisyonlarında doğrudan yenilgiden kaçınmak, başarı için yeni bir kriter olarak ortaya çıktı.
Sonuç olarak Amerikan kuvvetleri, düşmanı mağlup etmek için değil, güncellenmiş yaklaşımlarına uygun olarak “halkı korumak” amacıyla askeri üslerinden saldırılar düzenliyor; askeri liderleri de çaylarını yudumlayıp karşılarındaki savaşçıları silah bırakmaya ikna etme umuduyla savaş prensleri ve aşiret liderleri ile anlaşmalar yapıyordu.
Bu şekilde Afganistan’daki savaşın komutanı ve bu döneminin en ünlü Amerikan subayı David Petraeus’tan başkomutan ve Nobel Barış Ödülü sahibi Barack Obama’ya kadar herkesin desteklediği yeni bir kanaat Amerika’da yerleşti: ABD’nin kendisini bulaşmış bulduğu çatışmalar için hiçbir askeri çözüme gerek yoktu. Petraeus’un bizzat vurguladığı gibi öldürmeyi bir çıkış yolu olarak kullanmak doğru değildi ki bu yolla Batı’nın son iki yüzyıllık savaş anlayışını yad etmiş oluyordu.
Geriye sorulmayı bekleyen bir soru kalıyordu: Şu hâlde Batı askeri tarihinin nihayete ermesinin sonuçları neler?
Francis Fukuyama, ünlü makalesi “Tarihin Sonu”nda, ideolojik tarihin sonunun küresel barış ve uyumu müjdelediği düşüncesine karşı uyarıda bulunmuştu. O, halkların ve ulusların hala tartışacak çok şeyi olacağını öngörüyordu.
Askeri tarihin sonuna gelindiğinde de benzer bir öngörü geçerliliğini korudu. Siyasi motivasyonlu şiddet devam edecek ve belirli durumlarda marjinal faydasını koruyabilecek; ancak büyük savaşların büyük sorunları çözme potansiyeli sonsuza dek ortadan kalkacak.
Kim olursa olsun, ister İsrailli ister Amerikalı, aklı başında hiç kimse, güç kullanmaya devam ederek İslam dünyasında “İsrail” düşmanlığını veya Amerika düşmanlığını körükleyen şeye bir çözüm getirileceğine inanamaz. Ayrıca güce başvurmaya devam etmenin farklı veya daha iyi bir şeye yol açacağı beklentisi de tamamen saçmalık.
“İsrail” ve ABD’nin, askeri tarihin sonuna ilişkin gerçekleri kabul edip edemeyeceklerini zaman gösterecek.
Diğer ülkeler bunu uzun süredir yapıyor ve uluslararası politikanın değişen ritmine uyum sağlıyor. Bunu yapmış olmaları da erdemin değil, zekanın kanıtı.
Örneğin Çin silahsızlanma konusunda çok az istek gösterdi. Pekin çalışma alanını ve nüfuzunu genişlettikçe ticarete, yatırıma ve büyümeyi desteklemeye odaklandı; ama bu arada Halk Kurtuluş Ordusu’nu (Çin ordusu) ülkesine bağlı bir ordu konumunda tuttu. Çin, Amerika’nın eski taktikler kitabından bir sayfa çalarak “dolar diplomasisinin” en önde gelen uygulayıcısı haline geldi.
Batılı askeri geleneklerin çöküşü İsrail’i sınırlı seçeneklerle karşı karşıya bırakıyor ve bunların hiçbiri çekici görünmüyor. Yahudiliğin tarihi ve “İsrail”in tarihi göz önüne alındığında, “İsrail” Yahudilerinin güvenliklerini ve selametlerini komşularının iyi niyetlerine veya uluslararası toplumun değerlendirmelerine bağlamaktan uzak durmaları anlaşılabilir bir mevzu. Bu arada sadece birkaç on yılda Siyonist projenin, müreffeh ve hayat dolu bir devlet meydana getirmeyi başardığı da burada hatırlanmalı.
Peki bütün kazanımlarını neden riske atıyorlar? “Demografik bomba” işliyor olsa da “İsrail” için ne kadar zamanın kaldığını kimse bilmiyor. İsrailliler (Amerika’nın kendilerine sağladığı) silahlarına güvenme eğilimindeyseler ve aynı zamanda işlerin düzeleceğini umuyorlarsa o zaman geçerliliği bitmiş bir askeri tarih ve tarza bağlı kalmaya devam ediyorlar demektir.
Teorik olarak ABD’nin daha fazla hareket özgürlüğüne sahip olması gerekir. Amerika, İsrail’in sahip olduğu coğrafi veya demografik kısıtlamalardan uzak ve çok daha zengin. Ama yine de ne yazık ki Washington’un, maliyetlere veya olayların nereye varacağına bakılmaksızın statükoyu korumaya sabitlenmiş çıkarları var.
ABD askeri-endüstrisine gelince, imzalanacak sözleşmeler ve kazanılacak yığınla para var. Ulusal güvenlik frekansında yaşayanların ise korunması gereken yetkileri ve çıkarları var. Seçilmiş yetkililere gelince onların da memnun edecekleri kampanya bağışçıları var. Hem sivil hem de askeri olarak atanmışlarınsa başarmak için çabalamaları gereken hedefleri var.
Bir de her zaman, herhangi bir geri çekilme işaretini eleştirmeye hazır, ellerinden gelenin en iyisini yapmakta ısrarlı, “savaş” çağrısında bulunan “militarizm” savunucularının kiralanmış korosunun gevezelikleri var.
Bu militarizm kampının, Washington’da -hiçbir şekilde tesadüfi değil- İsrail’in zorbalığını ısrarla savunan ve sapkın saydıkları görüşleri dışlamak veya marjinalleştirmek için üstü kapalı olarak iş birliği yapan birçok sesi kapsadığı besbelli.
Bütün bunlara bağlı olarak ulusal güvenlik konularında ortaya çıkan tartışmaların sahteliği anlaşılıyor ve örneğin Irak’tan sonra General Petraeus’un Afganistan’daki ABD kuvvetlerinin komutanlığına atanmasının, nihai başarıya giden yolda bir kilometre taşı olduğuna inanmaya davet ediliyoruz.
Otuz yıl önce, Dışişleri Bakanı Madeleine Albright ısrarla şu soruyu sorardı: “Eğer onu kullanamayacaksak her zaman bahsettiğiniz bu harika ordunun ne anlamı var?” Daha sonra Andrew Bacevich, dikkate şayan tamamen farklı bir soru sordu: “Eğer gerçekten işe yaramıyorsa sürekli olarak etkileyici askeri güçler kullanmanın ne anlamı var?”
Amerika’nın siyasi yaşamına fesat karışmasının ve emanete hıyanetin sızmasının bir dereceye kadar sebebi işte Washington’un böylesi sorular sormaktan geri durması.
Kudüs Haber Ajansı - KHA