Bir İnsan Olarak İbrahim Akil

Fatıma Akil  tarafından al-alakhbar.com adlı internet sitesinde kaleme alınan “BİR İNSAN OLARAK İBRAHİM AKİL” başlıklı yazıyı siz kıymetli okuyucularımız için çevirdik. 

21 Eylul 2025
Bir İnsan Olarak İbrahim Akil

Bir yıl geçti… Ama yokluğu hâlâ hafızamın kapısını çalıyor; sanki dün gitmiş gibi. İbrahim Akil artık aramızda değil. Hep başkalarının ardından yazdım, güzel ağıtlar döktüm; ama bugün kelimeler beni yarı yolda bırakıyor. Belki de onun büyüklüğündendir bu; cümleler eksik kalmaktan utanıyor. Ya da kalp, bu gidişi kabullenmek istemiyor da, akıl susuyor alıştığını korumak için.

Ne var ki, bir yıl geçti. Haber artık kesin. Ve insanlar hâlâ susuz; onun liderlik ve mücadele dolu rolünün ötesindeki gerçek hikâyesini, özel hayatını öğrenmeye can atıyor.

Bir insan, nasıl olur da bu kadar çok rolü bir arada taşıyıp hepsini layıkıyla yerine getirebilir? Hem bir lider, hem bir öğretmen; bir evlat, bir kardeş, bir amca, bir dayı; bir eş, bir baba ve bir dede... Ve tüm bunlardan önce, salih bir kul. Günün birinde kim olduğu sorulduğunda, şöyle demişti: “Ben İslam’ın evladıyım.”

Bugün, ayrılışının üzerinden bir yıl geçmişken, ben İnsan İbrahim Akil’i yazıyorum. Ailesini varlığıyla dolduran, yokluğunda ise geride nasihatler, bir tebessüm ve derin bir huzur bırakan o insanı…

Oğul olarak İbrahim Akil

Az konuşurdu, istekleri sınırlıydı; oysa hayatın kapıları onun önünde sonuna kadar açıktı. O, sadece bir evlat olmanın ötesine geçmiş, anne babasının babası olmuştu adeta. Şubat 2000’de, Bariş’te suikast girişimi haberini alır almaz, kamburlaşmış sırtıyla telaşla koşan Hacı Ebu Hasan’ı unutamam. Onu, babasını arayan bir evlat gibi gördüm; tam tersine olması gerekirken. Sağlığı hakkında onu rahatlatmaya çalıştığımda ise şöyle dedi: “Muhakkak ki o benim en değerli varlığım, o benim oğlum, babam ve dostum; ahiretim için bir servet.”

Hacı Hanım, yani Ebu Hasan’ın eşi, onun “cenneti”ydi; her zaman saygı ve hürmetle ayaklarının dibinde otururdu. Onu en güzel ve en iyi anne olarak görürdü. Onun hakkında en ufak bir olumsuz söz duyulmasına, hele ki şaka yollu bile olsa asla razı olmazdı.

Temmuz Savaşı sonrası yaşadığı zor güvenlik koşullarına rağmen, uyarılara rağmen annesini ziyaret etmekten vazgeçmedi. Son günlerinde hastanede bile başından ayrılmadı. İlk kez gözyaşlarını gördüğüm o anı hâlâ çok iyi hatırlıyorum; kefen içindeki annesinin ayaklarını öperken, adeta dünyadaki en değerli varlığını kaybetmiş yetim bir çocuk gibiydi.

Anne babasını kaybettikten sonra ise her bayram mutlaka mezarlarını ziyaret etti; çünkü ona göre iyilik ve vefa ölümle son bulmazdı. Aileye duyduğu saygı ve sevgiden dolayı, tanıdığı herkese vasiyeti hep aynıydı: “Anne babaya itaat edin, çünkü hiçbir şey onların rızası olmadan tam olmaz.”

Kardeş olarak İbrahim Akil

Ağabeyi Abbas’ın 1989’da şehit düşmesinin ardından en küçük kardeş olmasına rağmen, ailede mürşid, nasihat eden ve her sıkıntıda başvurulan kişi olarak kaldı. Sorunların çözümü onun dokunuşları olmadan gerçekleşmezdi; uzaktan da olsa her mesele onunla bağlanırdı. Zamanı az olsa da her fırsatta, her kutlamada onlarla bir araya gelmeye çalışırdı; her bayramda onları görmeyi bir alışkanlık haline getirmişti. Köyündeki herkesin, özellikle de biraz daha uzaklardaki akrabalarının halini hatırını sormaktan hiç geri kalmazdı.

Ve ilahi bir kaderin cilvesi olarak — o hiçbir zaman tesadüflere inanmazdı — ağabeyinin vefat ettiği zaman, şehit düşmesinden iki yıl önce, tam da o günlerde kendi köyü Denayil’de üç gün boyunca kaldı. Herkes hayatından endişe edip onu gitmeye ikna etmeye çalışsa da, o kalmayı tercih etti; köy halkını gülümseyerek karşıladı. O anı hâlâ hatırlarım; yaşlı bir adam, bastonuna dayanarak taziyede bulunmak için yanına geldiğinde, kalabalık içinde yerinden kalktı, o yaşlı adamın yanına oturdu, onu nazikçe dinledi ve gelişinden dolayı teşekkür etti.

Baba olmadan önce, amca ya da dayı olmadan önce, onlarla olan bağı bir köprü gibiydi; baba şefkatiyle dostluğun ince çizgisi arasında nazikçe sallanan. Nadiren bir araya gelseler de, o dinlemeyi bilen bir dost, huzur veren bir baba, yol gösteren bir rehberdi. Onların deyimiyle, “küçük bir vatan” gibiydi; güvenle örülü, sıcacık. Sabrı öğretti, kalplerine umudun ve inancın tohumlarını ekti; hep daha güzel günlerin geleceğini fısıldadı. Tekrar tekrar vurguladığı tek şeyse şuydu: En gerçek, en samimi sevgi, her şeyden önce ve daima Allah’a duyulan sevgidir. En önemli vasiyeti ise namazdı. Böylece, onun sözleri değişen hayat şartlarında onları koruyan, güç veren bir gıda, bir erzak oldu.

Eş ve baba olarak İbrahim Akil

Bu konuda fazla detaya girmeyeceğim, zira Hacı’nın hayatta oldukça kıskanç ve titiz bir yapısı vardı. Kısaca söylemek gerekirse; İslami bakış açısıyla “eş” kavramını somutlaştırmak isterseniz, karşınızda İbrahim Akil olurdu. Sevgi dolu, şefkatli, saygılı biriydi. Az şey isteyen, yapılan en sıradan işler için bile çokça teşekkür biriydi: “Bana kahvaltı hazırlayabildiğin için... gömleğimi ütüleyebildiğin için... teşekkür ederim... seni yordum.”

Hiçbir zaman eğitimime ya da işime engel olmadı; tam aksine her daim destekçi ve cesaret verici oldu. Kadınla ilgili meselelerde İmam Humeyni (Allah rahmet eylesin) ve Şehit Mutahhari’nin (Allah rahmet eylesin) düşüncelerini taşıyan biri olarak...

Baba İbrahim Akil ise, kendine özgü bir rol üstlenmişti. Varlığı diğer babalara kıyasla sınırlı ve zamanlıydı, ancak bu durum etkisini azaltmamıştı. Aksine, çocuklarının tüm hallerine, en ince detaylarına hâkimdi. Ruhlarına o kadar yakındı ki, söylenmeyeni görür, gizlenenleri hissederdi. Onları yetiştirirken sertlikten uzak, sevgi dolu bir yaklaşım sergilerdi. Ciddiyetle şakayı harmanlayarak mesajını iletir, çocuklarını İslam’ın güzel ahlakıyla terbiye ederdi; zorbalık ve baskıyla değil. Yanlışı cezadan önce gösterir, neden reddedilmesi gerektiğini sabırla açıklar, en iyisinin ne olduğunu anlatırdı. Bunu yaparken de her daim şu ilahi söze dayanırdı: “hanginizin amelinin daha güzel olacağı konusunda sizi imtihan için…”

İlim onun için yüce bir değerdi; bu yüzden çocuklarıyla, her birinin uzmanlık alanında, derin ve dolu dolu sohbetler yapmaya büyük bir özen gösterirdi. Hiçbir soru ona zor gelmezdi; cevaplar her daim hazırdı ve kavramları sadeleştirerek anlatırdı; asıl amacı fikri tam olarak iletmekti. Okumayı sürekli tavsiye ederdi, çünkü cehaleti en büyük düşman olarak görüyordu. En büyük kaygısı, mükemmel bir imaj yaratmak değil, sağlam ve doğru değerlerle donanmış bir insan yetiştirmekti. Yol gösterir, çocuklarının kendilerinin daha iyi versiyonu olmaları için çabalardı. Ne yapmacık ne de zorakiydi; tam tersine, o, saf ve içten bir samimiyetle yaşayan biriydi.

Kızlarıyla olan ilişkisi ise oldukça dikkat çekiciydi. Bir dostu ondan şu sözünü rivayet ediyor: “Onlar benim en kıymetli dostlarım. Onlarla geçirdiğim zaman, kutsal bir vakit gibidir.” Kızları daha çocukken, onun geleceğini duyduklarında kendilerini özenle hazırlar, adeta büyük bir konuğu karşılayacakmış gibi şıklıklarına dikkat ederlerdi. O geldiğinde ise tüm varlıklarıyla ona odaklanırlardı. Arkadaşlarını, okul hayatlarını en ince ayrıntısına kadar sorar, yüzlerindeki hüzünden ya da telefondaki ses tonlarından onların dertlerini anlar, asla gözden kaçırmazdı. Evlenmelerinden sonra bile hayatlarının en ince detaylarından habersiz kalmadı; aksine iletişimleri daha da güçlenip derinleşti. Her birini tek tek arayıp soran hep o oldu ve kızlarıyla sadece kendilerine ait bir buluşma günü belirleyerek haftalık “ders” toplantıları düzenledi.

Ders; ahlaki, itikadi, felsefi ve irfani boyutlarıyla derinlemesine bir Kur’an ayetini ele alıyordu. Elbette ders sırasında bolca şaka ve kahkaha eksik olmaz, bazen de ezgiler ve müzik eşlik ederdi; ki o müzikleri ne de güzel çalardı. Aklımda en çok yer eden, kızların etrafında halka olup söyledikleri “Ruhun İniltileri” isimli ezgidir. O ise elini bir maestro edasıyla sallayarak, sanki tüm mutluluğun anahtarlarını avucunda tutardı.

Dersin sonunda ise ortak bir sarılma olurdu. Baba, ortalarında ayakta durur, kızları ona sıkıca sarılırdı. Onlarla birlikte mırıldandığı ezginin sözlerini hiçbir zaman ezberleyememişti. Ardından, her birinin alnına tek tek kondurduğu o meşhur baş öpücüğü gelirdi.

Son veda vakti geldiğindeyse, bu veda alışılmışın çok ötesindeydi. Kızları, onun tabutunun etrafında halka olmuştu. Tıpkı onun hayattayken en çok duymayı sevdiği o ezgiyi söyledikleri gibi: “Ruhun İniltileri.”

Derslerde bir Kur’an ayeti ele alınır, ahlaki, itikadi, felsefi ve irfani yönleriyle derinlemesine işlenirdi. Ama ders sadece bunlarla sınırlı kalmazdı; bolca şaka yapılır, kahkahalar atılır, arada ezgiler söylenir, o da maharetle müziğini çalardı. Aklımda en çok yer eden, hep birlikte halka olup söyledikleri “Ruhun İniltileri” adlı ezgiydi. O da elini bir orkestra şefi gibi sallayarak, adeta mutluluğun tüm anahtarlarını avucunda tutarmışçasına yön verirdi onlara.

Dersin sonunda mutlaka bir sarılma olurdu. O, kızlarının ortasında durur, onlar da sıkıca sarılırlardı babalarına. Birlikte mırıldandıkları o ezginin sözlerini hiçbir zaman tam öğrenememişti. Sonra sıra gelirdi her birinin alnına tek tek kondurduğu o şefkatli öpücüklere…

Ve ayrılık vakti geldiğinde, bu son veda diğerlerinden bambaşkaydı. Kızları, onun tabutunun etrafında yine halka olmuştu. Ve onun en sevdiği o ezgiyi, “Ruhun İniltileri”ni bu kez bir ağıt gibi söylediler birlikte.

Dede olarak İbrahim Akil

Torunları kendisinden söz ettiklerinde dikkat çeken bir şey vardı: O sadece bir dede değil, aynı zamanda bir eğitmen, bir öğretmen ve manevi bir rehberdi onlar için. Her torunu doğduğunda, ne kadar zor şartlar altında ya da ne kadar meşgul olursa olsun mutlaka hastaneye gider, önce annenin sağlığından emin olur, sonra da kalbe dokunan ezan ve kamet sözlerini bebeğin kulağına fısıldardı. Torunları onun gelişini dört gözle bekler, hangi yaşta olurlarsa olsunlar onun kucağına ilk önce oturabilmek için adeta yarışırlardı. Hafta boyunca biriktirdikleri soruları ona sormak için can atarlardı. İçlerinden birinin canı sıkkın olsa, bunu ona söylemeye hiç gerek kalmazdı; tek bir bakış, onun her şeyi anlamasına ve tek bir sarılışı, yürekteki hüznü silip süpürmeye yeterdi.

Torunlarıyla her konuda, en küçük meselelerde bile konuşmaktan geri durmazdı; torunlar kaç yaşında olursa olsun, çocuk dahi olsalar onlarla istişare ederdi. Doğdukları andan itibaren onlara söylediği sözler, içlerini Allah’a olan yakin ve güvenle doldururdu. Torunlarından biri, onun dinin özünü özetleyen şu sözünü hiç unutmuyor: “İnsanı insan yapan iki şey vardır: Affetmek ve sana kötülük edene iyilikle karşılık vermek.” 

Hacı İbrahim’den söz edildiğinde, akla ilk gelen onun namazı ve orucudur; zira onunla ilgili anıların hemen hepsinde iki rekâtlık bir namaz mutlaka yer alır. Hacı, her hafta perşembe ve cuma günleri tuttuğu oruçtan, ayrıca Receb ve Şaban aylarının tamamında aksatmadan tuttuğu oruçlardan sonra, iftarı aileyle buluşmanın en güzel anı kılardı. Eve girdiğinde, davet için teşekkür ederek, “Sizi çok yordum,” der, hemen ardından “Ezan gelmeden önce iki rekât yetiştireyim,” diyerek namaza yönelirdi. Torunları ise seccadeyi serip, ezanla birlikte hurma ve suyu getirmek için adeta yarışırlardı. Aileye bıraktığı en güzel miraslardan biri de, iftardan önce mutlaka namaz kılma geleneğiydi.

Masanın başına oturduklarında, sofrada çok fazla çeşit olmasını hiç sevmez, bunu sürekli tembihlerdi. Herkesin gerçekten yediğinden emin olmak için gözlerini üzerlerinden ayırmazdı. İftar sonrası, önce torunlar, ardından aile fertleri etrafında toplanır, çaylarını yudumlarlardı. O da haftalarca toplanan soruları açar, tek tek cevaplamaya başlardı. Sonra bir dua veya hadis okurdu. Vedalaşma vakti geldiğinde, herkes yanağına bir öpücük kondurmaya çalışsa da nafileydi; herkes yanağından öpmek isterdi ama nafileydi; onun veda şekli alnına kondurduğu bir öpücük ve sıcak bir kucaktı.

İbrahim Akil, evinde ve ailesi arasında bambaşka bir hikâyeydi; her şey özeldi onunla — duruşu, oturuşu, sessizliği, bakışı, doğruluğu hatta öfkesi bile. Sadelikte eşsizdi, incelikte ve bilgelikte azametliydi... İşte bu yüzden, İbrahim Akil sıradan bir adam değildi.

Kudüs Haber Ajansı - KHA

Yorumlar
Adınız
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.