Fuad Şükr: Direnişin Anlatıcısı

Hüseyin el-Emin tarafından al-akhbar.com adlı internet sitesinde kaleme alınan “FUAD ŞÜKR... DİRENİŞİN ANLATICISI” başlıklı yazıyı siz kıymetli okuyucularımız için çevirdik. 

21 Eylul 2025
Fuad Şükr: Direnişin Anlatıcısı

Üç yıl önce, Lübnan’daki “İslami Direniş”in, yani “Hizbullah”ın kuruluşunun 40. yılı anma etkinlikleri kapsamında, biz “El-Ahbar” gazetesinde bu direnişin tarihini kapsamlı ve akıcı bir şekilde anlatmanın yollarını, araçlarını ve kişilerini arıyorduk. Direnişin, 1982’de İsrail’in Lübnan’ı işgali sonrasında doğuşundan başlayarak, Beyrut’taki çatışmalar, 2000’de Güney’in kurtarılması ve 2006’daki Siyonist saldırısına karşı direniş gibi önemli dönüm noktalarına kadar uzanan süreçteki temel evrelerini anlatacak bir hikâye peşindeydik.

Araştırmalarımız bizi çok sayıda isme ve başlığa götürdü; ancak bunların içinde en öne çıkanlardan biri, “Direniş’in Şehit Komutanı” Fuad Şükr, ya da direniş saflarında ve çevresinde “Seyyid Muhsin” olarak bilinen kişi oldu.

Bizi, Güney Beyrut’taki sıradan bir apartmanın yüksek katlarındaki oldukça sade bir dairede karşılayan adamla bir randevu ayarladık. Çok geçmeden, “Röportajı” yapmaya hazır olduğunu söyledi; bildiği kadarıyla yapacağını, çünkü Genel Sekreter Sayın Hasan Nasrallah’ın “Kırkıncı Bahar” anma etkinliğine destek amacıyla iş birliği tavsiyesinde bulunduğunu belirtti. Gerçekten de adam, göreve hazır ve heyecanlı görünüyordu. Yanında getirdiği dosyada, 1970’lerden günümüze uzanan bir zaman çizelgesine göre özenle sıralanmış; sayısız fotoğraf, belge, gazete kupürü, metin ve mektup vardı.

Ancak aynı zamanda büyük bir disiplinle, adamın titizlikle dizdiği anılar adeta bir nehir gibi akmaya başladı. Bizlere, direnişte askeri çalışmaları kurup yöneten ilk gruplardan, yani “Hizbullah” örgütünün kurulmasından önceki liderlikten bahsetti. İşte o liderlikte, “Seyyid Muhsin” de yer alan isimlerden biriydi.

Bugün, o yiğit adam ve ilk arkadaşlarının şehadetinden sonra, İsrail işgal güçleri Beyrut’un güney kapısı Halde’ye ulaştığı direnişin o ilk ayları ve yıllarına dair anlattığı hikâyede sıkça adı geçen isimleri artık dile getirmek mümkün oldu.

Şehit iki komutan, İmad Muğniye ve Mustafa Bedreddin’in isimleri anıldıkça, o da şu isimleri fısıldardı: “Tahsîn” ya da “Ebu’l-Fazl”... Birincisi şehit komutan İbrahim Akil, ikincisi ise şehit komutan Ali Kerki idi. Hâlâ çok net hatırlarım; nasıl gururla, onurla, kaşlarını çatıp güçlü yumruğunu sıkarak anlatırdı; İlk direnişçi yoldaşlarının, Halde’de Mustafa Bedreddin’in nasıl yaralandığını, Güney Banliyöleri’nde İmad Muğniye’nin nasıl mücadele ettiğini, Beyrut’un batısında İbrahim Akil ve arkadaşlarının Selim Selam Köprüsü’nde düşman tanklarını nasıl vurduklarını... O köprünün tam ortasında, bir tankın nasıl ters döndüğünü ve bir fotoğrafçının o “İsrail ordusunun aşağılanmış görüntüsünü” yakaladığını anlatırdı.

Güneyde de durum farklı değildi; “düşman askerleri ve subayları, Sur sahilinde keyif çatıyorlardı.” Ancak, Ali Kerki’nin en büyük katkısı, işgalin üzerinden daha birkaç ay geçmeden, şehit Ahmed Kasir’in düzenlediği operasyonun planlanması ve uygulanmasında oldu; bu operasyonla Sur şehrindeki askeri yönetim karargâhı yerle bir edildi.

Seyyid Muhsin (Fuad Şükr), “hikâyeyi” büyük bir titizlikle anlatmaya çok önem veriyordu. Olayları, detayları ve isimleri ezbere bilmesine rağmen, herhangi bir bilginin doğruluğundan şüphe duyduğunda, hemen önündeki zarfı uzatır; içinden tarihli bir belge, bir fotoğraf, bir gazete kupürü ya da kendi el yazısıyla tuttuğu notları çıkarır, tarihleri ve ayrıntıları dikkatle kontrol eder, anlattıklarını ya düzeltir ya da teyit ederdi. Ayrıca, farklı kaynaklardan özenle belge toplamaya büyük önem verirdi. Bizi, işgal sırasında düşman kuvvetleriyle çatışmaların ardından Halde’de tanıştığı, adını sonradan öğrendiğimiz bir fotoğrafçıya yönlendirmişti. Bu fotoğrafçıdan savaş anına ait çektiği fotoğrafları temin etmemizi istedi. Bu da gerçekleşti ve ortaya çok nadir ve paha biçilmez fotoğraflar çıktı.

Seyyid Muhsin, olayları büyük bir titizlikle ve farklı açılardan belgelemeye, onları hem özel hem de genel koşullar çerçevesinde ayrıntılı biçimde tasvir etmeye çok önem verirdi. Bu yüzden gerçek tarihin, özellikle de büyük direnişçiler ve şehitlerin kahramanlıklarına dair olağanüstü anların çarpıtılmasına tahammül edemezdi. Hatta yıllar önce bir arkadaşının başına gelen bir olayı bizlere oldukça rahatsız olmuş bir şekilde anlatmıştı: Yakın bir arkadaşı, bir sohbet sırasında biri karşısında sıkışıp kalmış, mecburen onu memnun etmek için aslında ona ait olmayan bir kahramanlığı onunla ilişkilendirmişti. Bu durum Seyyid Muhsin’i öyle üzmüştü ki, arkadaşını sert bir şekilde eleştirmiş, hatta bu yüzden bir süre onunla dargın kalmıştı.

Onun konuşmasını dinleyen biri, karşısında son derece düzenli bir zekâya sahip birini bulduğunu hemen fark ederdi. Anlatısını ya da olayları aktarış biçimini, sistemli bir şekilde zaman dilimlerine ya da konulara ayırarak yapardı. İlk başlığıyla söze başlar, örneğin bir saat süren ayrıntılı bir anlatımdan sonra, "İkincisi, şu ve şu..." diyerek devam ederdi. Ardından ayrıntılı anlatımını tamamlayınca, konunun özetine geçerdi.

Onu dinleyen biri, daha ilk anlarda karşısında son derece düzenli işleyen bir zekânın durduğunu kolayca fark ederdi. Konuşmalarını ya da anlattığı olayları, sanki bir kitap bölümleri gibi sistemli bir şekilde kurgular, zamanı ve konuyu aşamalara ayırarak aktarırdı. İlk başlığını belirtip söze girer, örneğin bir saat boyunca ayrıntılı bir şekilde konuştuktan sonra, "İkincisi..." diyerek devam ederdi. Anlatımını tüm detaylarıyla tamamladıktan sonra ise konunun özetine geçerdi.

Saatler süren uzun bir anlatının ardından şöyle dedi:

“Demek ki Direnişin aslında iki ayrı doğuşu var: İlki, Beyrut’ta, işgalin hemen ardından ve İmam Humeyni’nin fetvasıyla başlayan kendiliğinden bir askeri direnişti. Çok geçmeden, bu kıvılcım Dahiye’den güneyin kalbine uzanarak direnişin ilk çekirdeğini oluşturdu.

İkinci doğuş ise, İran Devrim Muhafızları’nın Bekaa’ya gelişiyle başladı. Bu aşamada direniş, örgütsel bir kimliğe büründü; idari, lojistik ve eğitsel bir yapıya kavuştu.”

Her evreye kendine has bir özellik atfetti:

“Beyrut ve Dahiye’deki direniş ‘saf bir savaş haliydi’; güneydeki ‘tamamen gizlilik ve güvenliğe dayalıydı’; Beka’a’daki ise ‘halkın açıkça sahiplendiği, kitlesel bir hareket’ olarak öne çıktı.”

Bu adam, direniş tarihinin hiçbir evresinden uzak kalmadı; pratik anlamda direnişten hiç kopmadı, ta ki yaklaşık bir yıl önce şehit olana dek. Direnişin daha ilk yıllarından itibaren sorumluluk makamlarında bulunmuştu. Bu nedenle, 1982’den 2024’e kadar yaşanan olaylara doğrudan şahid olan, bizzat içinde yer alan ve hatta karar verici konumunda olan biri olarak anlatma yetisine sahipti.

Şimdi, onun ve ilk kuşaktan birçok yoldaşının ardından, Seyyid Hasan Nasrallah’ın da aramızdan ayrılmasıyla —ki bu, onların arzuladığı, sevdiği ve dilediği bir sondu— insan, kendini büyük bir hazineye sahip olmuş gibi hissediyor. Gazeteci olarak, bana şahsen nasip olan bu imkân; Lübnan’daki direnişin ve İsrail’le süregelen, uzun ve giderek tırmanan çatışmanın gizli, hatta belki de sır niteliğindeki tarihine, gözlerim sonuna dek açık bir şekilde tanıklık edebilmem oldu. Bu, gerçekten paha biçilemez bir kazanım.

Bugün ise — son iki yıl boyunca yaşanan onca şeye, Lübnan, Gazze ve bölgedeki direnişe indirilen ağır darbelere, hatta bizzat “anlatıcı”nın (Şehid Fuad Şükr’ün) şehit düşmesine rağmen — kırk yıllık direniş anlatısına bakıldığında açıkça görülüyor ki; direniş bugün, 40, 30, hatta 20 yıl öncesine kıyasla çok daha güçlü, çok daha sağlam ve çok daha dirençli bir konumda. Düşman ise, o yıllardaki haline göre çok daha zayıf bir görüntü sergiliyor...

Kudüs Haber Ajansı - KHA

Yorumlar
Adınız
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.