Geçtiğimiz cuma günü gerçekleşen kabine toplantısının ardından yaşananlar birçok kişinin rahat bir nefes almasına neden oldu. Bu rahatlama hissinin sebebini kimse tam olarak bilmiyor; ama şu kadarı var ki bazıları büyük bir güvenlik krizinin çıkmasını öngörüyor ve iktidardaki bazı kişiler de ordunun planının direniş ve halk tabanıyla bir çatışmanın başlangıcı olabileceğine inanıyordu.
Çoğu kişinin beklediği gibi olaylar kanlı bir boyuta ulaşmadı ve hükümetin, ordunun planı duymasıyla da dava rafa kalkmadı. Zira sorunun özü hâlâ Lübnan sınırlarının ötesinde.
Lübnan’da direniş, bu meselede merkezi bir aktör olarak tek başına duruyor. Direniş özelde tekrarladığı şeyi alenen de ifade etti; silahlarından vazgeçmek için hiçbir sebep görmüyordu. Aksine direniş, silahlara tutunmayı gerektiren argümanlara sahip; bu da onu tartışmayı kökten reddetmeye itiyor. Sonradan yapılan tartışmalar, direnişin, duruşunu açık bir biçimde ifade etmek adına devletin temel direkleriyle yoğun bir iletişime geçtiğini ve ardından kendi görüşünün ayrıntılarını doğrudan Ordu Komutanı General Rudolf Heykel ve diğer bazı komutanlara açıklayarak, orduyu direniş ve çevresiyle bir çatışmaya sürüklemenin tehlikeleri konusunda uyardığını ortaya koydu.
Özellikle de Cumhurbaşkanı Josef Avn ve Başbakan Nevvaf Selam gibi önemli yetkililer, 5 ve 7 Ağustos’ta alınan felaket kararlarına zemin hazırlama aşamasında meseleleri muğlak bir şekilde yorumlama yolunu tutarken; görüşmelerin tüm aşamalarında direniş, kararlı ve açık sözlüydü ve belki de herhangi bir belirsizlik veya yanlış yorumu önlemek için Genel Sekreter Şeyh Naim Kasım aracılığıyla görüşlerini kamuoyuna açıklamak zorunda kalıyordu.
Direnişin yanında, son İsrail savaşının ardından yaşananlara farklı bir açıdan bakan Meclis Başkanı Nebih Berri duruyor. Kendisi, Lübnan’ın etrafında ardı ardına yaşanan fırtınalar arasında, bir insan topluluğu olarak Şiilerin kaderiyle dertli ve meşgul. Berri, belki de ilk kez, müttefiki ve dostu Velid Canbolat’ın “küçük grubun kaygısından” bahsederken ne demek istediğini tam olarak kavramış durumda. Meclis Başkanı Nebih Berri şimdilerde, ülkedeki Şiilerin varlığını, temsilini ve çıkarlarını tehdit eden bir çatışmaya sürüklenmekten kaçınmak adına ihtiyat ilkesini benimsemede Canbolat’ın teorisine daha yakın olabilir.
Ancak Berri, Canbolat gibi bir aşiret şeyhi değil. Sosyal grubunun kaderi konusundaki tartışmalarda güçlü ortakları olduğunun farkında ve belki de son savaştan İsrail’in çatışmayı taşıdığı nokta karşısında lider kimliğiyle şok olmuş bir şekilde çıktığı için, direniş ve düşmanla yüzleşme kabiliyetiyle ilgili gerçekleri sürekli olarak teyit ediyor. Bu nedenle de Berri, İran’ın bu konudaki gerçek tutumunu öğrenmekle ilgili olduğunu belli etti. Dolayısıyla buradan İran Ulusal Güvenlik Danışmanı Ali Laricani’nin geçen ay Beyrut’a yaptığı ziyaretin esas sebebini anlayabiliriz. Laricani, Berri’ye, İran’ın Hizbullah’ın yanında olduğunu ve şehit Seyyid Hasan Nasrullah döneminde olduğu gibi, yeni liderliğine ve yeni Genel Sekreterine tam destek sağladığını belirten, İran İslam İnkılabı Rehberi Ali Hamaney’in özel mesajını iletti.
Hizbullah’ın duruşu, İran’ın açık desteği ve Lübnan, Suriye ve bölgedeki gelişmeler, Meclis Başkanı Berri’yi bu sefer daha açık bir tavır almaya yöneltti. Hatta Avn ve Selam bile, Meclis Başkanı’nın bu yeni pozisyonunda manevra yapıp yapmadığını uzun uzun düşündüler.
Avn ve Selam için Berri, Amerikalılarla daha geniş kapsamlı bir mutabakat oluşturmada bir ortaktı ve ABD elçisi Tom Barrack ile yürüttüğü müzakerelerin, kendilerinin yaptıklarından önemli ölçüde farklı olmadığına inanıyorlardı. Berri, aslen güvenmediği Selam ile şansını denemeden Avn ile bir uzlaşıya varmaya çalışsa da yaşananlara duyduğu öfkeyi dile getirmek zorunda kaldı. Dolayısıyla cuma günkü oturum öncesindeki tutumu net ve keskin görünüyordu; fakat aynı zamanda Avn ve Selam’a bu tuzaktan kurtulmalarına yardımcı olabileceğine dair örtük bir mesaj da içeriyordu.
Karşı blokta ise direnişi ortadan kaldırmakta çıkarı olan taraflar; düşünceleri, partileri ve silahları ile duruyordu; ne var ki bu çatışmada kararlı bir eylem başlatmak için gerekli güce sahip değillerdi. Eylemleri, seslerini yükseltmek, bağırmak ve Amerikalılara harekete geçmeleri çağrısında bulunmakla sınırlı kaldı. Evet, Suudi Arabistan başbakana ve Sünni liderlerin çoğunluğuna doğrudan baskı yaptığında, Beyrut’taki bazı kişiler Amerikalıların ordunun komutasını devralacağına inanmıştı.
Binaenaleyh, ordunun tutumundan duyulan “hayal kırıklığı” söylemi, sadece ordunun devam eden çatışmadaki gerçek pozisyonuna cahil kalındığını göstermektedir. Belki de son gelişmeler, başta Cumhurbaşkanı Avn olmak üzere herkese, Lübnan ordusunun dünyanın diğer ülkelerinde anlaşıldığı gibi siyasi otoritenin kararlarına tabi bir kurum olmadığını fark etme fırsatı vermiştir.
Komutanlar hükümetin kararlarına bağlılıklarını açıkça ortaya koysalar bile bu, ordunun siyasi otoritenin kendisinden talep ettiği her şeyi uygulamaya hazır bulunduğu anlamına gelmiyor. Mevzubahis tavır, askeri teşkilatın Taif Anlaşması’ndan bu yana ortaya koyduğu tutumdur.
Önümüzdeki paradoks, bu anlaşmanın hazırlanmasında yer alanların çoğu, anayasadaki en önemli değişikliklerden birini göz ardı ediyor. Söz konusu değişiklikle; cumhurbaşkanına (ve başbakana) ait ordunun üzerindeki yetki kaldırılmış ve ordu, özellikle bir gruba karşı başka bir Lübnanlı gruba hizmet ettiğinde yetkililerin kararlarını uygulamaya askeri teşkilatın sürüklenmesini engelleyecek yüksek derecede bağımsız bir kuruma dönüşmüştür. Ordu, Lübnan’daki yetkililere ve dış güçlere direnişi silahsızlandırma görevini yerine getirmeye hazır olmadığını bildirdiğinde manevra yapmıyor veya sorumluluktan kaçmıyordu. Aksine -hükümet toplantısında ordu komutanının yaptığı açıklamada net bir biçimde belirtildiği gibi- sahadaki gerçekleri ve askeri kurumun hem teçhizat ve personel hem de mali ve lojistik olanaklar açısından gerçek yeteneklerini yansıtan siyasi bir pozisyonu açıkça ilan ediyordu.
Cuma günkü olay, işleri Amerika’nın Lübnan’a yönelik inisiyatifini yeniden formüle etmesi beklenen önceki çatışma noktasına geri getirdi ki Beyrut’a yaptığı son ziyaretten hayal kırıklığıyla dönen elçi Tom Barrack’ın çalışmalarına vakıf olanlara göre bu konu hâlâ değerlendiriliyor. Barrack’ın hayal kırıklığı, yalnızca Binyamin Netanyahu’yu ayrıntı bir mevzuda bile tek bir taviz vermeye ikna edememesinden değil, aynı zamanda Siyonist lobiye yakın Washington şahinlerinin onu güçlü bir şekilde kuşattığını ve özellikle Nebih Berri ile görüşmesi sırasındaki pozisyonunu savunmasını bile engellediğini hissetmesinden kaynaklanıyordu.
Son ziyaretin öncesinde ortaya konanlardan anlaşıldığı üzere Washington kendisini Lübnan hükümetinin planını uygulamasına yardımcı olacak herhangi bir eylemde bulunmak için İsrail’i zorlayabilecek bir konumda görmüyor. Bu durum, silah bıraktırma kararına hevesli olan, ancak bugün kendilerini kısıtlanmış bulan Lübnan güçleri için başlı başına bir endişe kaynağı: Bir yanda hesapsız bir maceraya çekilmesi hususunda uyaran bir ordu, diğer yanda ise İsrail’den hiçbir taviz koparamayan bir Amerikan-Suudi vesayeti.
Tüm bunlar bizi asıl soruya geri döndürüyor: Eğer silah bıraktırma misyonu işgalci düşman ve onun arkasındaki Amerikalılar ve Suudiler için acil bir ihtiyaçsa, Lübnan yeni bir siyasi baskı dalgasının eşiğinde mi olacak, yoksa yeni bir İsrail çılgınlığı ile mi karşı karşıya kalacak?
Kudüs Haber Ajansı - KHA
İsrail, İran'a Karşı Sonraki Tura Hazırlanıyor
Barış Mukabilinde Teslim Olmak
Sınvar'ın Hamlesi Bir İntihar Mıydı?
Aksa Tufanı, İsrail'in Gücü Kader Değildir Diyor
