Lübnan’daki Şii toplumunun iki farklı kötüleme kampanyasına maruz kaldığı açıkça görülüyor. İlk türe, Meclis Başkanı Nebih Berri, yaptığı son konuşmada “Lübnan’ın kurucu gruplarından birine karşı siyasi zorbalık, sövme, şeytanlaştırma ve sistematik aşağılama kampanyaları” yürütenlerin olduğunu söyleyerek işaret etmişti. İkinci tür ise aldatma ve ikiyüzlülüğe dayanıyor ve şeytani zihinler tarafından tasarlanmış planları gizleyen, tatlı sözler sarf ediyor.
ABD özel temsilcisi Tom Barrack, bu ikinci tür kampanyayı benimseyen en önemli isimdir. Söz konusu yaklaşımın açık bir yansıması bağlamında Şii toplumuna doğrudan hitap ettiği açıklamasını ustaca formüle ederek silah bırakmanın, onları hedef almadığını iddia etmiş ve silah bırakma karşılığında kazanımlar elde etmeleri çağrısında bulunmuştur.
Barrack’ın sözleri şaşırtıcı değil; kendisi aldatmaca, ikiyüzlülük ve yanlış bilgilendirmeye dayanan Amerikan siyaset ve medya ekolünün usta bir öğrencisi. Mevzubahis ekol, Barrack’a tevdi edilenler gibi siyasi görevleri yerine getirmek için iş adamlarına güvenen ABD Başkanı Trump’ın performansıyla özel bir boyut kazandı. Bu insanlar için her şey, bölgedeki Amerikan hegemonyası çizgisini takip etmeleri karşılığında alınıp satılabilir, pazarlık konusu yapılabilir ve rüşvet olarak sunulabilir.
Ama bu “anlaşmaya” dayalı yaklaşımın alametifarikası şu ki; tarih, coğrafya ve “halkların, grupların ve toplumun bileşenlerinin özellikleri” konusunda tam bir cehalet içinde.
Nitekim Hizbullah’ın silah bırakmasının, Şiilerin çıkarına olacağını iddia eden ve onları özel bir soruna sahip özel bir vaka olarak göstermeye çalışan Barrack, Lübnan’daki Şiilerin egemenlik, bağımsızlık ve kurtuluş meselelerinde tarihsel olarak Lübnan ulusal davasını ve bölgesel diğer davaları benimsediğinin farkında değil.
Barrack, Şiilerin “Lübnan ile Arap ve İslam dünyasının tarihi bir parçası”, “bölgenin her türlü dış iradeden bağımsız ve bizzat kendi iradesiyle biçimini, özgürlüğünü, politikalarını ve çıkarlarını üretmesi gerektiği temelinde Lübnan ile Arap ve İslam dünyasına ait davaların dün de bugün de ayrılmaz bir cüzü” ve “tarihini, bugününü ve geleceğini yazma ve şekillendirmesinde de ortağı” olduğuna cahilmiş gibi davranıyor.
Şiiler, eski zamanlardan beri bölgedeki her türlü saldırılara karşı koymuştur. Irak’ta 1920 Devrimi’ni gerçekleştirmiş ve Fransız mandasına karşı Cebel-i Âmil’de bir direniş örgütlemiştir ve bu direniş, Sultan Paşa el-Atraş liderliğindeki Cebelu’l-Arab Devrimi, Şam devrimcileri, Şeyh Salih el-Ali liderliğindeki Suriye kıyısı devrimcileri ve Filistin devrimcilerinin İngiliz sömürgeciliğine ve Siyonist projeye karşı direnişiyle bir bütünlük oluşturmuştur.
Yukarıda belirtilenlerin hepsi, Lübnan Şiilerinin, özellikle coğrafi koşulların onları çatışmanın ön saflarına yerleştirdiği ve Büyük Lübnan’ın kurulmasından önce bile Siyonist tehditle doğrudan temas halinde bulundukları bir vasatta, davalarını kapsamlı bir ulusal mesele olarak gördüklerini teyit etmektedir.
O dönemde Cebel-i Âmil, Sykes-Picot haritalarının “yedi köyü” kendisinden ayırması nedeniyle ağır bir bedel ödedi. Güneyliler, Hula Vadisi’ndeki topraklarına el konulması, Hula ve Taberiye göllerindeki geçim kaynaklarının ellerinden alınması ve Safed, Akka ve Hayfa ile olan ticaret yollarının ellerinden çıkması nedeniyle ekonomik güçlerinin büyük bir kısmını kaybettiler.
Şiiler, tarihlerinde Lübnan’daki varlıklarını hedef alan etkenlere karşı koymakta tereddüt göstermediler ve kendi kapasitelerine güvendiler. Büyük Lübnan kurulduğunda bunu, ulusal haklarını korumak için yeni kurulan devlete güvenmek noktasında bir fırsat olarak gördüler.
Şiiler, devletin sorumluluklarını üstlenmesi ve kendilerine karşı görevlerini yerine getirmesi için çok kere çağrıda bulundular. Ancak devletin, görevini yerine getirmekten geri durması ve topraklarını ve vatandaşlarını savunmada kararlı olmaması nedeniyle hayal kırıklığına uğradılar. Nitekim o dönemdeki Şii din adamlarının da dile getirdiği şey buydu.
Evet, İmam Abdul Hüseyin Şerefüddin’in Cumhurbaşkanı Bişara el-Huri’ye hitaben yazdığı tarihi mektup bu durumun bir kanıtıdır:
“Şimdi, Cebel-i Âmil’in ihlal edilebilir sınırları, dökülen kanları, yağmalanan köyleri, korkudan boyunları bükülmüş çocukları ve ekini-nesli yok etme noktasına varmış katliamı felaket olarak bize yeter. Yeryüzünün ortaya çıkardığı yabancılara ve yer ile göğün savurduğu kimselere kan vergisini ödemeye durmuş bu dağ... bu kadim dağ, tarihin derinliklerinde kendilerine zillet ve yoksulluk damgası vurulanlar tarafından zillet ve yoksulluğa maruz bırakılıyor. Görevlerini yerine getiren ve hakları verilmeyen bu dağ; sanki kaybeden, hesabı ödeyen ve kazanımlardan mahrum bırakılan bir ortak gibi. Korumaya gücünüz yoksa da gözetip kollama imkânınız da mı yok?”
Bugün İmam Şerefüddin’in mektubu, her güneylinin Lübnan yetkililerine, mevcut Cumhurbaşkanı’na ve Başbakan’a yöneltebileceği bir mesaj olma niteliğine sahiptir. Saldırılara karşı koruma ve topraklarımızı geri alma güçleri olmadığını varsayarsak; saldırılardan etkilenen bölgeleri yeniden inşa edip zararları telafi etmekten de mi acizdirler?
Allame Şeyh Muhammed Cevad Muğniye ise 1947’de yayınlanan “Cebel-i Âmil’deki Mevcut Durum” adlı kitabında şöyle diyor: “Lübnan bir devlet haline geldi ve Cebel-i Âmil onun sömürgelerinden biri. Diğerlerine davar, onlara ise o davarların cezasını ödemek; diğerlerine okul, hastane ve yol, onlara ise vergi ve masrafları ödemek düşer. Diğerleri için sağlık ve eğitim, onlar için ise cehalet ve hastalık; diğerleri için altın bahçeler, onlar için ise durgun bataklıklar ve kanlı dikenler; diğerleri için eğlence ve cazibe, onlar için ise yorgunluk, açlık ve çıplaklık vardır.”
Başka bir münasebetle de Allame Muğniye, İsrail işgaline karşı koymak için gerekli güç unsurlarına sahip olmanın gerekliliğini vurgulayarak şöyle demiştir: “Hayat, her şeyi göze alıp feda edecekler içindir. Tecrübeler bize, Birleşmiş Milletler veya Güvenlik Konseyi’nde güçten başka bir hak olmadığını göstermiştir. Yirminci yüzyılda, özellikle Orta Doğu’da ve özellikle Arap dünyasında her şeyi göze alıp feda edeceklerin dışındaki insanların hayat hakkı yoktur.”
“İsrail, fedailerin eylemlerine masumlardan intikam alarak karşılık veriyor. Biz de diyoruz ki: Eğer bu, İsrail’in yıkımının bedeli oluyor ve bizim ona karşı zaferimizin yolunu açıyorsa, varsın öyle olsun.”
1973 yılında Nebatiye’de gerçekleşen Tütün Devrimi’ne verdiği destekle tanınan Allame Seyyid Ali Mehdi İbrahim ise 1967 yılında yayınladığı ve derin anlamlar taşıyan bildiride şöyle söylüyordu:
“Güneyde öfkeli siyonizmle ateş hattında vatanı kararlılıkla destekleyen Lübnan’daki Şii cemaati adına devlet ve ulusun sorumlularından -göstermelik, tereddüt veya gecikme olmaksızın- güneydeki cemaatin tüm gençlerine yiğit ordumuzun eğitmenleri tarafından silah kullanımı konusunda eğitim verilmesi yönünde kesin bir karar almalarını talep ediyoruz ki beklenen an geldiğinde tüm güney, saldırganların karşısında zapt edilemez bir kale ve işgalcilerin kalbinde patlayan bir volkan haline gelsin ve cemaatin gençleri, cesur Lübnan ordusunu destekleyen, kararlılığını güçlendiren ve sırtını koruyan bir yedek ordu olsun.”
“Bu eylem tek başına, vatandaşın meseleyi boş bir söz ve hezeyan olarak tekrarlamadan bir vakıa ve fiilde deneyimlemesini; zayıflık ve bitkinlik sebebiyle yüzleşmekten geri durmadan davranış ve eylemde davaya tanıklık etmesini sağlamaya yeter. Ayrıca, düşmanın sınırlarımıza saldırmadan önce bin kere düşünmesini sağlar.”
Allame Seyyid Ali Mehdi İbrahim, Güney halkına seslenerek sözlerini şöyle tamamlıyordu: “Yetkililere taleplerinize cevap vermeleri için baskı yapın; çünkü mesele varoluş ve hayatta kalma ya da yok olma meselesidir. Vatanınıza layık olduğunuzu kanıtlayın; zira onurlu bir ölüm, aşağılanma ve çaresizlik içinde bir hayattan daha iyidir.”
Siyonist varlığın kuruluşundan önceki dönemden bağımsızlık dönemine ve 1982 işgaline kadar Lübnan’daki Şii din adamlarının söylemlerini inceleyen herkes, Şiilerdeki egemen mantığın, vatanperverliğin gereğinin, ülkenin savunulması ve korunması olduğu gerçeğine dayandığını açıkça fark edecektir. Onlar için mesele, özel mezhepsel kazanımlar değil, egemenlik ve bağımsızlıktır.
Eğer Amerikan elçisi bu tarihten habersizse ve bu sebepten ötürü de Lübnanlı Şiilerin, Washington’un dünya ve bölgedeki birçok işbirlikçisinin yaptığı gibi iktidara gelmek, özerk bir yönetime kavuşmak ya da ekonomik çıkarlar elde etmek için silaha sarılmadıklarının farkında değilse; bu gerçeği yakından yaşamış ve durumun idrakinde olmaları beklenen Lübnan’daki iktidar sahiplerinin, bu noktada ne gibi bir mazereti var?
Bu gerçeklik, Lübnan’daki yetkililere, denizlerin ötesinden gelen şu zata; Lübnan’daki Şiilerin davasının “vatanın topraklarını işgalden kurtarmak”, “saldırganlığı durdurmak” ve “Siyonist varlığın teşekkülünden bu yana devam eden, pusuda, genişlemekten geri durmayan ve Lübnan’a gözünü dikmeyi hiç bırakmayan tehdidi ortadan kaldırmak” olduğunu anlatmak gibi açık bir sorumluluk yüklüyor.
“Ekonomik bölgelerin ve yatırım projelerinin, Güney halkını coğrafyanın ve tarihin gerçeklerine karşı kör etmediğini” ve “bu ayartmaların, onların, sınırın en uzak noktasındaki son ağacı bile korumaya tutkun vatanseverliklerine gölge düşürmeyeceğini” şu iş adamına göstermek, başta karar alma mekanizmalarında bulunanlar olmak üzere tüm Lübnanlıların sorumluluğudur.
Mesajları getiren kişi de şunu bilmelidir ki bu halk, bu mezhebi grup, kelimenin tam manasıyla Lübnanlıdır; kimsenin paralı askeri değildir. Aksine davaları, tamamen Lübnan’a özgü ve vatanperverdir.
Bazı yetkililerin, Amerika’nın elçisi karşısında sessiz kalması veya söylemlerinin, taleplerinin ve getirdiği dosyaların ardından gitmesi ise vatanseverliğin gereklerinden açıkça bir sapmadır. Bu durum ise ülkeyi koruma görevlerine yabancı kalmaları nedeniyle vazifelerindeki meşruiyeti kaybettirir, eylemlerini Ulusal Sözleşme ve Anayasa’ya aykırı hale getirir ve onları halk veya hukuk karşısında hesap verecekleri bir duruma düşürür.
Kudüs Haber Ajansı - KHA
İsrail, İran'a Karşı Sonraki Tura Hazırlanıyor
Barış Mukabilinde Teslim Olmak
Sınvar'ın Hamlesi Bir İntihar Mıydı?
Aksa Tufanı, İsrail'in Gücü Kader Değildir Diyor
