Nükleer ikiyüzlülük ve İran ikilemi
Uluslararası ilişkiler teorisinde neorealizmin kurucusu olarak kabul edilen Kenneth Waltz, 2012 yılında kaleme aldığı ve büyük tartışmalara yol açan “İran Neden Bomba Sahibi Olmalı: Nükleer Denge İstikrar Getirir” başlıklı makalesiyle akademik dünyayı ikiye böldü. Waltz’un da içinde yer aldığı ilk görüşe göre, İran’ın nükleer silah edinmesi bir tehdit oluşturmak bir yana, aksine arzu edilen bir durumdu; çünkü bu gelişme, tıpkı ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki “karşılıklı garantili imha” (mutually assured destruction) dengesinde olduğu gibi, İsrail’e karşı caydırıcı bir denge unsuru işlevi görebilirdi. Öte yandan ikinci görüşü savunanlar, İran’ın nükleer güç olmasının ne pahasına olursa olsun engellenmesi gerektiğini savunuyordu. Bu kesime göre böyle bir gelişme yalnızca bölgesel değil, Orta Doğu’nun da ötesine taşabilecek çatışmaları tetikleyebilirdi.
Bugün dünya hâlâ aynı eksen etrafında siyasi olarak bölünmüş durumda. Amerika Birleşik Devletleri ve İsrail öncülüğündeki kolektif Batı, İran’ın nükleer bombasına her ne pahasına olursa olsun engel olunması gerektiğinde ısrar ederken, dünyanın geri kalan büyük bir kısmı İran’ın nükleerleşme sürecini önceki örneklerden pek de farklı görmüyor. Öyle ya, Fransa gibi bir ülkenin nükleer silahlara sahip olması meşru kabul edilirken, İran neden dışlanmalı? Çin ya da İsrail neden kendi silahlarından vazgeçmiyor?
Uluslararası ilişkilerde adeta bir nükleer ikiyüzlülük hüküm sürüyor; öyle ki, bazı ülkelere (Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesi gibi) nükleer silah bulundurmak sorgusuz sualsiz hak görülürken, diğerlerine bu kesin bir dille yasaklanıyor; bazen de bu yasağa direnenler, Irak, Libya, Suriye ve İran örneklerinde olduğu gibi, zaman zaman askeri müdahalelerin hedefi hâline geliyor.
İran’ın, nükleer silahları öncelikli olarak bir savunma aracı olarak gördüğünü vurgulamak önemlidir. Bu silahlar, esasen, ülke topraklarının Batılı devletlerin silahlarını denediği bir savaş alanına dönüşmesini (tıpkı komşu Irak’ta yaşandığı gibi) engellemek amacıyla bir caydırıcılık unsuru olarak değerlendirilmektedir. Öte yandan, Begin Doktrini’ne göre İsrail, İran’ın bir nükleer silah devletine dönüşmesini ne pahasına olursa olsun, gerekirse askeri müdahale yoluyla engellemek zorundadır. Ancak İran’a yönelik bir saldırı söz konusu olduğunda, İsrail’in fiilen Begin Doktrini’nden vazgeçtiği görülmektedir. İran’ın nükleerleşmesini durdurabilecek bir saldırının, yıllar önce —yaklaşık 2015 civarında— gerçekleşmiş olması gerekirdi. Bu durumda temel hedefin İran’ın nükleer programı değil, Ayetullah rejimini değiştirmek olduğu ortaya çıkmaktadır. Zira Pehlevi döneminin İran’ı, İsrail’in ezeli düşmanı değildi. “Yükselen Aslan Operasyonu” adı verilen İsrail’in İran’a yönelik saldırısı, sürgündeki Rıza Pehlevi’nin oğlunun politik yükselişini simgelemek üzere seçilmişti. Tam da bu saldırıyla eş zamanlı yaptığı halka hitap konuşması kesinlikle tesadüf değildi.
Ancak İsrail'in ilk başarılarına rağmen — neredeyse tüm İran askeri liderliğini ortadan kaldırmış olsa da — kısa süre içinde anlaşıldı ki, hava saldırıları tek başına İran’ın santrifüjlerini durmaksızın nihai hedeflerine doğru dönmekten alıkoymaya yetmiyordu.
Öte yandan, İran’daki rejime yönelik güçlü iç muhalefet, dış müdahaleyle birlikte zayıfladı; zira tüm ülke saldırı altına girdiğinde, iç dayanışma güç kazandı. İran’ın nükleer silaha sahip olması konusunda, Fransa ya da Kuzey Kore’den bir farkı yoktur. Her şey, kimin baktığına ve nasıl algıladığına bağlıdır: İran’a düşman bir ülke olan İsrail mi, yoksa başka bir devlet mi?
Tarih göstermiştir ki, nükleer caydırıcılık uluslararası ilişkilerde adeta bir yasa gibi işlemektedir; bugüne kadar hiçbir nükleer güç, bir diğerine karşı topyekûn bir savaşa girmemiştir. Bunun en çarpıcı örneği, nükleer silahlara sahip olan Hindistan ve Pakistan arasında yaşanan son sınırlı çatışmadır; her iki taraf da, böyle bir savaşın kazananı olmayacağını bildiği için daha fazla tırmanmadan kaçınmıştır. Bu noktada, dünya genelinde nadir görülen bir fikir birliği mevcuttur: Nükleer bir savaşın kazananı olmaz. İran da, diğer tüm rasyonel aktörler gibi, Tahran’ın yok oluşu anlamına gelecek bir nükleer saldırıyı ilk başlatan taraf olmayacaktır.
İran, nükleer sahnede gerçekte hangi noktada yer alıyor?
İlginç olan, İran’ın nükleer tutkularının aslında İslam Devrimi’nden çok önceye, yani Amerika Birleşik Devletleri’nin İran’a nükleer teknoloji alanında destek verdiği döneme dayandığıdır. 1967 yılında Washington, İran’a bir araştırma reaktörü teslim etmiş ve yanında yüksek oranda zenginleştirilmiş uranyum (HEU) vermiştir. Başka bir deyişle, o dönemde Amerika’nın yakın müttefiki olan İran’a, doğrudan ABD tarafından savaş başlığı yapımına uygun uranyum sağlanmıştır.
Yaklaşık altmış yıl sonra, aynı ülke yine aynı yüksek oranda zenginleştirilmiş uranyuma sahip olduğu gerekçesiyle bombalanacaktı. Amerikan B-2 bombardıman uçakları, İsrail’in onurunu kurtarmak ve Almanya, Fransa, İspanya ve İtalya’nın toplamından daha büyük bir toprak parçasına sahip bir ülkeye karşı açılan savaşta bir çıkış yolu sunmak için gönderilmişti. ABD’nin nüfuz edici bombalarla düzenlediği saldırıların ardından Donald Trump, İran’ın uranyum zenginleştirme tesislerini ‘tamamen ve kesin bir şekilde yok ettiğini’ gururla ilan etti. Ancak çok geçmeden Savunma İstihbarat Dairesi’nin (DIA) değerlendirmeleri bambaşka bir tablo çizdi: Saldırılar İran’ın nükleer programını yok etmemiş, sadece birkaç ay geciktirmişti. DIA Direktörü General Jeffrey Kruse, bu değerlendirmelerin sızmasının ardından görevden alındı; çünkü raporlar, Trump’ın siyasi ve pazarlama odaklı tam zafer iddialarıyla çelişiyordu.
Amerikan saldırılarının gerçek etkileri muhtemelen asla tam anlamıyla bilinmeyecek; bunun bir sebebi de, nükleer hedeflerinin durdurulduğu inancının dünyada var olmasının İran’ın işine gelmesi olabilir. Öte yandan, Nobel Barış Ödülü’nü kazanma hevesindeki Trump, İran’ın tesislerinin “görev süresi boyunca tahrip edilmiş” olarak kalması anlatısını (en azından kağıt üzerinde) sürdürmeye çalıştı. İran’ın santrifüjlerine zarar verilmiş olsa bile, bu ülkenin zaten birkaç ‘kirli bomba’ yapmaya yetecek kadar materyali vardı. Daha 2012 yılında Benjamin Netanyahu, sınırları çizmiş ve bu sınırların aşılması durumunda İran’ın nükleer emellerini durdurmanın imkânsız hale geleceğini ilan etmişti. Aradan on üç yıl geçti; İran ise hiçbir zaman boş durmadı. Sadece 2015-2020 yılları arasında, Ortak Kapsamlı Eylem Planı (JCPOA) kapsamında nükleer faaliyetlerini geçici olarak askıya aldı.
Aralık 2021’de, dönemin ABD İran özel temsilcisi Rob Malley, İran’ın mevcut hızla ilerlemeye devam etmesi halinde kısa süre içinde nükleer bir güç haline geleceğini şu sözlerle dile getirmişti: “Bu hızla devam ederlerse, elimizde birkaç hafta var, daha fazla değil.” 2024 Temmuz’unda ise dönemin Dışişleri Bakanı Antony Blinken, İran’ın muhtemelen “bir iki hafta içinde” nükleer bomba yapacak kadar malzemeye sahip olacağını açıkladı.
Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın Mayıs 2025 tarihli raporuna göre, İran’ın yüzde 60 oranında zenginleştirilmiş uranyum stoğu 408,6 kilograma ulaşmış durumda. Her fizikçi bilir ki, yüzde 60 zenginleştirilmiş uranyumu savaş başlığı yapımında kullanılan yüzde 90’ın üzerindeki silah sınıfı uranyuma dönüştürmek teknik olarak oldukça basittir. Bu stokun tamamı üç haftadan kısa bir sürede, birkaç nükleer bomba yapmaya yetecek miktarda malzemeye çevrilebilir; hatta bir bombanın üretimi üç günden daha kısa sürebilir! Zenginleştirmenin, gaz santrifüj kademeleri kullanılarak yapılmasının en zor kısmı, toplam uranyum kütlesi içinde U-235 izotopunun (nükleer silah yapımında kullanılan izotop) oranının çok düşük olduğu ilk aşamalardır; bu süreç, U-235 oranının çoğunluk haline geldiği sonraki aşamalara göre çok daha zordur.
İsrail bunun tamamen farkındaydı, ancak saldırı yalnızca 13 Haziran 2025’te gerçekleşti; oysa artık İran’ın nükleer programını yok etmek için çok geçti. İran’ın nükleer programını durdurmak, saldırının gerçek gerekçesi değil, ancak bir bahane niteliğindeydi; zira büyük bir arabanın bagajına sığabilecek miktardaki fisil maddeyi yok etmek fiziksel olarak mümkün değildi. Daha önce de belirtildiği gibi, bu askeri harekâtın asıl amacı İran’ın nükleer programını ortadan kaldırmak değil, bölgeyi istikrarsızlaştırmak ve nihayetinde rejim değişikliğini sağlamaktı. Hiçbir İsrail hava operasyonu, İran’ın halihazırda güvence altına alınmış nükleer stokunu yok edemezdi; üstelik İran, bundan sonra tek bir gram dahi yüksek oranda zenginleştirilmiş uranyum (HEU) üretmemiş olsa bile.
Nükleer Diplomasinin Geleceği
Amerikalıların İran’ın nükleer programını yok etme yönündeki ısrarı, İran’ın programının tamamen sivil amaçlı olduğu yönündeki iddiası kadar naif bir yaklaşım. İran, nükleer faaliyetlerinin askeri boyutunu gizlemeye çalışmıştır. Ancak, açıkça görülüyor ki, Tahran’ın nihai hedefi hemen bir nükleer bomba inşa etmek olmasa da, gerektiğinde en kısa sürede böyle bir silah üretme kapasitesine sahip olmayı —sıklıkla “gizli nükleer arsenal” olarak tanımlanan bir durumu— arzulamaktadır.
İran, elektrik üretmek amacıyla işlettiği Buşehr nükleer santrali için yakıtını Rusya’dan satın almaktadır. Rasyonel ve ekonomik açıdan bakıldığında, tek bir nükleer reaktör için bağımsız bir yakıt döngüsü geliştirmeye gerçek bir ihtiyaç yoktur. Bu, yeni bir araba aldığı için kendi benzin istasyonunu inşa etmeye eşdeğerdir. Ayrıca, İran’ın yüzde 60 oranında zenginleştirilmiş uranyum üretmesinin, ‒hele ki yüzlerce kilogram seviyesinde ‒ hiçbir sivil kullanım amacı ya da meşru gerekçesi bulunmamaktadır.
Daha ileri müzakereler birçok amaca hizmet edebilir; ancak İran, nükleer silahlardan vazgeçmenin gelecekte yeni saldırılara davetiye çıkaracağı gerçeğini kavradı. İran artık müzakerelere inanmıyor ve bunda haksız sayılmaz. Bunun en somut kanıtı, Umman’da altıncı tur müzakerelerin arifesinde gerçekleşen İsrail saldırısıdır. Daha önce, 2015 yılında İran bir anlaşmaya varmıştı (elbette birçok açıdan ciddi eksiklikleri olsa da). Ancak Amerika Birleşik Devletleri tek taraflı olarak bu anlaşmadan çekildi, ardından yeni yaptırım dalgaları geldi ve sevilen general Kasım Süleymani suikaste uğradı.
İran, varoluşunu sürdürebilmenin tek yolunun, nükleer güce ulaşmanın eşiğinde, hep “kıl kadar ince” bir çizgide ustalıkla dengede kalmak olduğuna karar vermiştir.
İran, hayatta kalabilmesinin tek yolunun, nükleer silah sahibi olmanın eşiğinde ustalıkla dengede durmak olduğuna kanaat getirmiştir; her zaman ‘kıl kadar ince bir çizgi’ kadar yakın, ama asla tam anlamıyla nükleer güç statüsüne erişmeden. Yeterince caydırıcı olacak kadar yakın; ancak Türkiye, Mısır ya da Suudi Arabistan’ı açıkça provoke edip onların da kendi nükleer silahlarına yönelmesini tetiklmeden.
Temmuz 2025’ten itibaren, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın İran’daki müfettişleri ‘gözleri ve kulakları’nı kaybetti; bu da ülkenin nükleer silah üretimine neredeyse iki ay önce başlamış olabileceği anlamına geliyor. ABD’nin JCPOA (2015 nükleer anlaması)’dan çekilmesi ve İsrail’in son saldırısı, İran’ın nükleer programını durdurmak bir yana, onu denetimsiz bıraktı ve geride resmi bir anlaşma bırakmadı.
Devrim Lideri Ayetullah Hamenei’nin danışmanı General Yahya Rahim Safevi, “Biz bir ateşkes içinde değiliz, savaşın tam ortasındayız. Aramızda ABD ya da İsrail ile yazılı bir protokol, düzenleme ya da anlaşma yok,” dedi. Gelecekte nükleer misilleme olasılığına atıfta bulunarak, İran’ın caydırıcılık sistemini tesis etmeye çalıştığını ifade eden Safevi, “Bence başka bir savaş daha olabilir; ve o savaştan sonra belki de bir daha savaş olmayacak,” diye ekledi.
İran artık nükleer kapasitesini güçlendirme yolunda ilerleyecek, kısa vadede bir silah inşa etme potansiyelini güvence altına almaya odaklanacak. Şu anda gördüğümüz şey bir ateşkes; kalıcı bir barış değil. Odak noktası ise hâlâ çözülmemiş Filistin meselesi olacak. Öte yandan, İsrail’in baş düşmanı olan İran, sinsi operasyonların, istikrarsızlaştırma çabalarının, siber saldırıların ve belki de yeni, sınırlı bir çatışmanın hedefi olmaya devam edecek.
“Çoğalma çoğalmayı doğurur" (nükleer silahların yayılmasını tetikler anlamında) derler; bu yüzden İran’ın nükleer silahlanması, bölgedeki diğer güçleri de kendi nükleer programlarını başlatmaya itebilir. Bu arada Trump, Orta Doğu’da bir barış mimarı olarak mirasını korumak adına, görev süresinin sonuna kadar bu ateşkesi sürdürmeyi amaçlıyor. İlk döneminde büyük emek verdiği Abraham Anlaşmaları’nda olduğu gibi, Suudi Arabistan ve Suriye’nin de yakında bu barış zincirine katılması bekleniyor.
Paradoksal bir şekilde, nükleer silahların en büyük değeri, düşmanı caydırma gücünde yatar. Ancak caydırıcılığın işlemesi için, karşı tarafın nükleer kapasiteye dair güvenilir bir tehdidin varlığından haberdar olması gerekir. İran, programının askeri boyutunu gizlerse, stratejik iletişimde inandırıcılığını yitirme riski taşır; zira muhatap, karşısında gerçek bir nükleer güç olduğunu fark etmeyebilir. İsrail’in durumu biraz farklı. Nükleer silahlara sahip olduğunu hiçbir zaman resmi olarak teyit etmedi, ancak aynı şekilde inkar da etmedi. İran gerçekten kendini nükleer caydırıcılıkla güvence altına almak istiyorsa, er ya da geç dünyaya “hep aldatıyordum” itirafında bulunmak ve artık (örtülü) bir nükleer güç haline geldiğini açıklamak zorunda kalacak. Nükleer caydırıcılık pratikte nasıl işler? Belki de en iyi sorulacak kişi, hiç askeri saldırıya uğramamış bir ülkenin lideri olan Kuzey Kore’nin lideri Kim Jong Un’dur. Batı’da birçok kişi Amerikan uçaklarının Pyongyang üzerinde bombalar bırakmasını görmek istese de, böyle bir şey hiç gerçekleşmemiştir.
Metni küçük bir anekdotla bitireyim. 2003’te ABD eski Genelkurmay Başkanı Colin Powell, Irak’a saldırılması gerektiğini savunurken, kabinede neden diye sorulduğunda, “Çünkü Irak’ın kitle imha silahları var” demişti. Ama aynı kabinede, “Peki Amerika neden Kuzey Kore’ye saldırmıyor” diye sorulduğunda cevabı çok netti: “Çünkü onların da kitle imha silahları var!”
Kudüs Haber Ajansı - KHA
İsrail, İran'a Karşı Sonraki Tura Hazırlanıyor
Barış Mukabilinde Teslim Olmak
Sınvar'ın Hamlesi Bir İntihar Mıydı?
Aksa Tufanı, İsrail'in Gücü Kader Değildir Diyor
