Filistin Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas’ın Filistin Ulusal Konseyi seçimleri çağrısı yapması geniş yankılar uyandırdı ve özellikle bu çağrının zamanlaması ile hedefleri konusunda birçok soru işareti doğurdu. Zira Gazze Şeridi ve Batı Şeria’nın içinden geçtiği bu zorlu süreçte böyle bir projenin gündeme getirilmesi dikkat çekici bulunuyor.
Filistin halkını içeride ve dışarıda en üst düzeyde temsil eden bu kurum için seçim çağrısı yapılması, acaba iç siyasete yönelik bir hamle mi? Bu çağrı, Abbas ve halefi olarak görülen Hüseyin eş-Şeyh’in iktidarı kendi ellerinde pekiştirme çabasıyla mı bağlantılı? Özellikle de adaylık için “Filistin Kurtuluş Örgütü’ne, onun uluslararası yükümlülüklerine ve uluslararası meşruiyet kararlarına bağlılık” şartı koşulurken...
Yoksa bu adım, daha geniş çaplı bir planın parçası mı? ABD’nin hazırladığı ve Arap dünyasının da destek verdiği bir süreçle Filistin direnişini kuşatma ve nihayetinde tasfiye etme amacı mı taşıyor?
Yakın zamanda Ramallah’ta Hüseyin Şeyh başkanlığında toplanan Ulusal Konsey seçimlerini hazırlayan komite, seçimleri Gazze’ye yönelik saldırı tamamen sona erdikten sonraya ertelemiş olsa da, bu durum genel sürecin izlenmesine engel değildir. Filistin’den Lübnan’a, Irak’tan Yemen’e, hatta İran’a kadar uzanan bu yol, doğrudan İsrail-Amerika projesine karşı duran güçlerin başlıklarıyla bağlantılıdır. Tüm bu gelişmeler, Trump’ın bölgedeki herkesi çağırdığı ve “İbrahim Anlaşmaları” adıyla bilinen normalleşme projesinin zeminini hazırlamak adına şekillenmektedir.
Son zamanlarda Lübnan’da yaşanan gelişmeler, Amerikan özel temsilcisi Tom Barrack’ın “Direnişin Silahsızlandırılması”na dair Lübnan Bakanlar Kurulu tarafından benimsenen taslağından ayrı düşünülemez. Filistinli lider Abbas’ın Lübnan’daki kamplardan “Filistinli silahların” toplatılması yönündeki girişimi de bu sürecin bir parçasıdır. Elbette Filistin otoritesinin kamplardaki silahları toplama çabası, Fetih ile Hamas ve İslami Cihad’ın başını çektiği ittifak arasındaki nüfuz mücadelesiyle bağlantılıdır; ancak bu, aynı zamanda Hizbullah’ı köşeye sıkıştırmak için atılan ilk adımdır. Dahası, bu girişim silah taşıma gerekçesini çürütüp silahların tamamen toplanması yönündeki Amerikan hedefinin habercisidir. Bugün de bu süreç fiilen yaşanmakta, fakat Filistinli henüz silahını bırakmış değil.
Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü’nün bu yıl 22 Mayıs’ta yayımladığı “Lübnan’daki Filistinli Grupların Silahsızlandırılması, Hizbullah’ın Silahsızlandırılması Anlamına Gelir” başlıklı makalesinde, Hanin Gadar ve Ehud Yaari ortak yazdıkları makalede, “Lübnanlı yetkililerin, Filistinli gruplar ile Hizbullah’ı aynı ölçüde silahsızlandırmaya yönelik tek bir strateji oluşturması gerektiğini” ifade ettiler. İkili, bu iki taraf arasındaki derin koordinasyonun bilindiği bir durumda, Beyrut’un bu iki meseleye ayrı ayrı değil, bütüncül bir yaklaşımla yaklaşması gerektiğini vurguladı.
Gadar ve Yaari, askeri güç kullanımını ve mülteci kamplarına baskın düzenleyerek, küçük kamplardan başlayıp Reşidiye ve Ayn el-Hilva kamplarına kadar silahların zorla alınmasını talep ettiler. Bu sürecin Hizbullah’tan bağımsız düşünülemeyeceğini, dolayısıyla onun silahının da teslim edilmesi için güç kullanılmasının şart olduğunu belirttiler. Ayrıca, Amerikan yönetimine, yardımların ve yeniden inşa süreçlerinin, direnişin silahlarını teslim etmesi şartına bağlanmasını önerdiler.
Amerikalılar şu anda Hizbullah’a karşı baskıyı artırmak ve gerekirse güç kullanmak için en uygun zaman olduğuna inanıyor. Lübnan’ı çok iyi bilen, Orta Doğu’dan sorumlu eski Dışişleri Bakan Yardımcısı David Schenker’in 10 Temmuz’da Near East Studies sitesinde yayımlanan “Artık Hizbullah’a veya Beyrut’a Hoşgörü Gösterme Zamanı Değil” başlıklı makalesi bu düşünceyi açıkça ortaya koyuyor. Schenker’e göre İran ve Hizbullah şu anda en zayıf dönemlerini yaşıyor. Bu nedenle Lübnan hükümetine baskı yapılmalı ve Hizbullah, eğer oyalanmaya devam ederse güç kullanmaktan çekinilmemeli. Cumhurbaşkanı Avn’ın, Hizbullah üyelerinin Lübnan ordusuna katılmasını içeren savunma stratejisi üzerinde yürüttüğü görüşmeler ise Amerika tarafından kesinlikle kabul edilmiyor.
Irak’ta durum çok farklı değil. Parlamento, “Halk Seferberlik Güçleri Kanunu”nu tartışıyor; bu kanunla birlikte bu güçlerin devlet kurumlarına dahil edilmesi planlanıyor. Ancak bu, 22 Temmuz’da Dışişleri Bakanı Mark Rubio ile Irak Başbakanı Muhammed Şiya Es-Sudani arasında yapılan telefon görüşmesinde Amerikalılar tarafından uyarı aldı. Rubio, bu kanun tasarısının İran’ın ve silahlı milislerin etkisini kalıcı hale getirerek Irak’ın egemenliğine zarar vereceği endişesini dile getirdi.
Haziran ayında gündeme gelen ve Amerikalıların da üzerine oynadığı meselelerden biri, Ayetullah Ali Sistani’nin temsilcisi Abdülmehdi el-Kerbelai’nin Kerbela’daki bir hutbesinde yaptığı açıklamalardı. Kerbelai, köklü reformlar yapılması, devlet otoritesinin güçlendirilmesi ve özellikle de “silah bulundurma yetkisinin yalnızca resmi devlet kurumlarına ait olması” çağrısında bulundu. Bu açıklamalar, Irak direnişine dolaylı bir eleştiri olarak geniş çevrelerce yorumlandı.
Cesur Yemen ise, denizden ve havadan açık bir destek cephesi olmayı sürdürürken, Amerikalıları sahadan çekilmek zorunda bıraktı ve askeri desteğin dördüncü aşamasına geçti. Artık Yemen, İsrail’e yönelen her gemiyi –nereden gelirse gelsin, hangi bayrağı taşıyor olursa olsun– stratejik bir kuşatma altına alma yetisini kazandı. Ancak buna rağmen Yemen, Batı’nın ve bazı Arap ülkelerinin uyguladığı abluka altında ve bu kuşatmanın daha da ağırlaşması muhtemel.
Filistin’in iç cephesine baktığımızda ise, İsrail’in Gazze’de akıttığı kan, uyguladığı açlık politikası ve ağır ablukayla birlikte, direnişin silah bırakması yönündeki sürekli çağrıları; bir yandan da Mahmud Abbas’ın “tek silah” söylemleriyle örtüşüyor. Tüm bunlar, Gazze ve Batı Şeria’daki direniş projesini sonlandırmaya yönelik bir çabanın parçası olarak okunabilir.
İsrail’in Gazze Şeridi’nin tamamını işgal ederek Filistin direnişini bütünüyle ortadan kaldırmayı hedefleyen yeni bir operasyon başlatacağını duyurması, Trump’ın da özellikle çağrısını yaptığı genel bir bağlamla doğrudan ilişkilidir. Trump, bu çağrısını sosyal medya üzerinden açıkça dile getirerek şöyle demiştir: “İran’ın inşa ettiği nükleer cephane artık yok edildiğine göre, Orta Doğu’daki tüm ülkelerin İbrahim Anlaşmaları’na katılması benim için son derece önemli.”
Bölgedeki gelişmelerin seyri içinde, Amerikalılar ve İsrailliler, normalleşme projesini geniş çapta gündeme getirmek için zamanın son derece uygun olduğunu düşünüyor. Zira Filistin, Lübnan, Irak, Yemen ve İran’daki direniş güçleri baskı altında ve geri çekilme sürecindeler. Dolayısıyla bu, direniş eksenini tamamen tasfiye etme yönünde belki de bir daha ele geçmeyecek bir fırsat olarak görülüyor; — hem de Arap dünyasının onayıyla. Bu tutumun yansımasını, Arap Birliği Genel Sekreteri Ahmed Ebu’l-Gayt’ın şu açıklamasında açıkça görmek mümkün: “Lübnan’da istikrarın sağlanmasının tek yolu, silahın yalnızca devletin elinde olmasıdır.”
‘İbrahim Anlaşmaları’nın rotası kolay olmayacak ve Gazze direndikçe, bölgedeki direniş güçleri varlığını sürdürdükçe, bu anlaşmaların hayata geçirilmesi de mümkün olmayacaktır. Bu güçlerin ve onlara destek veren resmî otoritelerin hedef alınması, meşruiyetlerinin ortadan kaldırılması; Filistin meselesinin tasfiye edilmesiyle birlikte normalleşme projesinin dayatılmasına zemin hazırlamaktadır. Bu strateji; İran’dan Lübnan’a, Yemen’den Irak’a kadar uzanan direniş ekseninin ya oyalanması ya da tasfiyesiyle eşzamanlı yürütülen tek bir bağlamın parçasıdır. Bu da, söz konusu güçler açısından, saflarını yeniden toparlayıp bu sürece karşı ortak bir stratejiyle durma gerekliliğini beraberinde getiren büyük bir meydan okumadır. Elbette bu, güç dengelerinin bozulduğu mevcut ortamda kolay bir iş değildir. Ancak, direnişin meşruiyetini ve devamlılığını sağlayan halklar, yani halk desteği her zaman direnişin yanında olmuş ve onun en büyük gücü olmuştur. Direniş için asıl kazandıran daima bu halkların iradesi olmuştur.
Kudüs Haber Ajansı - KHA