Bölgede ve dünyada yaşanan hızlı dönüşümlerin ortasında, özellikle Fransa’nın gelecek Eylül ayında Filistin’i devlet olarak tanıma niyetini açıklaması ve İngiltere ile Kanada’nın da benzer adımlar atabileceklerine dair ipuçları vermesiyle, Filistin devletinin gerçekliği konusundaki tartışma yeniden ön plana çıktı. Ne var ki bu siyasi ivme, Ekim 2023’ten bu yana sahada yaşanan gelişmelerden ve on yıllardır tam bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasını engelleyen yapısal karmaşıklıklardan ayrı düşünülemez.
Dünya çapında 150’den fazla ülke tarafından Filistin Devleti’nin tanınmasına ve Filistin Yönetimi’nin geniş diplomatik temsiliyetine rağmen -yaşanan hukuki gerçekliğin yanı sıra- İsrail’in, Filistin topraklarını işgalinden bu yana oluşturduğu siyasi gerçeklik ve saha gerçekliği, bu oluşumun temellerini zayıflatmaya ve onu uluslararası hukuk uyarınca tam teşekküllü bir devletin unsurlarından mahrum bırakmaya devam ediyor. Anlaşmalar ve diplomatik sembolizm, siyasi göstergelere sahip olsa bile, bağımsız bir devletin kurulması için gereken gerçek koşullar sağlanmadıkça egemenliğin uygulanması için yetersiz kalıyor.
Uluslararası hukukta bir merci olan 1933 Montevideo Sözleşmesi, devlet olmak için dört kriter belirlemektedir: kalıcı bir nüfus, etkili bir hükümet, tanımlanmış bir toprak ve diğer devletlerle ilişki kurabilme yeteneği. Batı Şeria ve Gazze Şeridi, kalıcı bir nüfusa sahip olma ilk koşulunu karşılarken, diğer kriterler hala tartışma konusu veya eksiklikle malul.
Bir yandan Batı Şeria’nın birçok bölgesi işgalci güçlerin doğrudan veya dolaylı kontrolü altındayken; diğer yandan Gazze Şeridi boğucu bir abluka, İsrail askeri kontrolü ve devam eden saldırılar nedeniyle yapısal bir oluşumdan ziyade bir kan gölüne dönüşmüş durumda. Dahası, uluslararası anlaşmaları imzalama yetkisi sınırlı ve fiili egemenliğe değil, koşullu siyasi çerçevelere bağlı.
Tarihsel olarak 1990’lardaki Oslo Anlaşmaları, iki devletli çözüme giden yolda ön aşama olarak özyönetime sahip bir Filistin varlığı kurma girişimleri için en önemli çerçeveyi oluşturmuştur. Bu anlaşmalar Filistin Yönetimi’nin kurulmasına yol açmıştır; ancak uygulama eksik ve işgalci Siyonist varlığa tabi kalmıştır. Özellikle yerleşim birimlerinin sürekli genişlemesi ve Siyonist işgalci yapının geniş alanlardan çekilmeyi reddetmesi, özyönetimin tam egemenliğe dönüşmesini engellemiştir. Öyle ki sonraki yıllarda işgalin gerçeklerini ortadan kaldırmak yerine, onları pekiştirmeye doğru kademeli bir kayma yaşanmıştır.
Bu eğilim, 7 Ekim 2023’teki Aksa Tufanı’nın ve akabinde gelen Gazze Şeridi’ne yönelik kanlı saldırıların ve İsrail’in bölgede yeniden yerleşim taleplerinin ardından zirve noktasına ulaştı. İsrail parlamentosu Knesset’in Batı Şeria yerleşimlerini ilhak etmeyi öngören bağlayıcı olmayan bir yasa tasarısını kabul etmesi ise Siyonist işgalci yapının yönetimsel bağlamda bir çözüme doğru ilerlemediğinin, aksine kontrolü derinleştirmeyi ve bölgesel hegemonyayı pekiştirmeyi hedeflediğinin bir başka göstergesiydi.
Dolayısıyla Batı’nın Filistin devletini tekrardan tanıması, siyasi ve sembolik önemine rağmen, sahada niteliksel bir değişim meydana getirmeye yetmiyor gibi görünüyor. Devletin tanınması, Filistinlilerin egemenliklerini kullanmaları ve işgali sona erdirmeleri için güçlendirilmelerine gerçek bir destek anlamına gelmediği sürece, hakikatte bir devlet meydana getirmiyor. Öyle ki uluslararası düzeyde bile Filistin’in Birleşmiş Milletler üyeliği “üye olmayan gözlemci” statüsüyle sınırlı kalıyor. Tam üyelik ise ABD’nin İsrail’in tutumuyla uyuşmayan her türlü kararı engellemek için veto yetkisini düzenli olarak kullandığı Güvenlik Konseyi’nin onayını gerektiriyor.
Evet, çözüm ufkunda yaşanan tıkanıklık, geleneksel iki devletli çözüm modeli çerçevesinde bir Filistin devleti kurulma olasılığına yönelik uluslararası ve bölgesel inancı aşındırdı. 2022 sonlarında yapılan bir ankete göre İsrailli Yahudilerin %37’si Filistinlilerin eşit haklardan mahrum bırakılacağı tek ve demokratik olmayan bir devlete dayalı bir çözümü desteklerken; Filistinlilerin %30’u Filistinlilerin eliyle yönetilen tek bir devleti tercih ettiğini belirtti. Her iki tarafta da tek, demokratik ve eşitlikçi bir devlete destek verenler çok küçük bir azınlıktı.
Kamuoyundaki değişim, iki yönlü bir tıkanıklığı yansıtıyor: uluslararası kurumlara duyulan güvenin azalması ve devletin biçimi konusunda iç uzlaşının çökmesi.
Son tahlilde büyük güçler arasında adil bir çözüm dayatma konusunda siyasi bir iradenin yokluğu nedeniyle Filistin devleti, kâğıt üzerinde tanınan; ama gerçekte var olmayan, ertelenmiş bir proje olarak kalmaya devam ediyor.
Kriz, tanınmanın yokluğundan değil, bu tanınmanın gerçek bir siyasi varlığa dönüşmesini garanti altına alacak koşulların yokluğundan kaynaklanmaktadır. Devam eden işgal ve artan yerleşim faaliyetleri göz önüne alındığında, uluslararası tanınmalar, ne kadar çok olursa olsun, güç dengesini kökten değiştirmek için bir araç olmaktan ziyade bir niyet beyanı niteliğinde kalacaktır. Bu durum, Filistin’i görüntüde devlet olarak tanıyan ülkelerin çoğunun işgalci Siyonist varlığı birden fazla düzeyde desteklediği ve Filistin halkına karşı soykırımını sürdürmesi için siyasi bir kılıf sağladığı göz önüne alındığında daha iyi anlaşılacaktır.
Kudüs Haber Ajansı - KHA