İsrail’in Gazze Şeridi’ne yönelik savaşının üzerinden 21 ay geçmesine rağmen ve bölgenin büyük dönüşümlere tanıklık ettiği bir dönemde İsrail, Gazze Şeridi’ne yönelik mevcut politikasında, bu bölgede kuşatma altında yaşayan iki milyon Filistinliye karşı açlığı bir silah olarak kullanan yeni bir savaş biçimine odaklanıyor. Tüm bunlar, bütün dünyanın gözü önünde ve açık net bir Amerikan örtüsü ile gerçekleşiyor.
Gazze Şeridi’ndeki durumu nasıl anlayabiliriz? Gazze Şeridi, bu kez İsrail’in savaşın başından beri ilan ettiği ve bugüne kadar vazgeçmediği hedefine ulaşmak için kasıtlı ve sistematik bir şekilde kuşatma altına alınıyor ve aç bırakılıyor. Mevzubahis hedef ise “tehcir” ve “işgali pekiştirme ve Filistin halkını topraklarından ve vatanlarından sürme çağrısı yapan halihazırdaki Netanyahu hükümetindeki İsrail sağının nefretini tatmin etme” şeklinde kendini gösteriyor. Bu da ancak Gazze’nin yerle bir edilip yaşanmaz bir hale getirilmesinden sonra Filistin halkıyla çatışmanın güç kullanılarak çözülmesiyle sağlanabilecek bir mevzu.
Gazze Şeridi aylardır boğucu bir kuşatma altında yaşıyor. Bu duruma, Filistinlileri aylarca süren savaş boyunca tehcire ve zorunlu iç göçe iten kapsamlı bir toplumsal çöküş ortamı meydana getirmeyi amaçlayan kasıtlı bir stratejiye dayalı; vahşi ve sistematik bombalamalar, sürekli yıkım, sınır kapılarının kapatılması, BM’in diğer kuruluşları ile Uluslararası Yardım Ajansı’na acıları hafifletecek insani yardımların ulaşmasının engellenmesi ve fırınların kapalı kalması eşlik ediyor.
Yakın zamanda yapılan açıklamalara göre İsrail, büyük tehcire hazırlık için şeffaf bir yaklaşımla, yerinden edilme planını uygulamak amacıyla -Gazze Şeridi’nden gelecek Filistinli mültecilerin kabul edilmesi adına- Libya ve Etiyopya gibi bazı ülkelerle resmi temaslarda bulunuyor.
Bu planın tehlikesi, Doha ve Mısır’daki siyasi müzakere sürecini baskı altına alacak geçici, anlık bir acı veya bir abluka krizi oluşturmanın ötesine geçmesinde. Nitekim plan özünde, Gazze Şeridi’nin demografik haritasını, İsrail’in işgal projesine hizmet edecek biçimde yeniden şekillendirmeyi ve ardından da bu kez abluka ve açlık araçlarını kullanarak sınır dışı etme ve tehcir hedefini güdüyor.
Tarihsel olarak, Filistin-İsrail çatışmasının tarihini inceleyen herkes, çatışmanın hiçbir zaman bir sınır çatışması olmadığını açıkça fark eder. Aksine mevzu, gerçekte bir varoluş mücadelesi; bu topraklarda kimin ayakta duracağı ve ona bağlı kalacağı meselesidir. 1948’deki ilk tehcir deneyimi bizim için bu noktada en güzel kanıttır. Nitekim olay, yerinden edilmeyle başlayıp ardından Filistinlileri topraklarından söküp atma ve Filistin bilincine ve zihnine teslimiyet fikrini yerleştirme bağlamında korkunç katliamların işlenmesiyle sonuçlanmıştır.
Devam eden bu vahşi savaş bazı kavramları yeniden gündeme getirdi ve gerçekler, 1948’de yaşanan göçün geçici bir anı değil, devam eden bir süreç olduğunu kanıtladı. Bu planlar, Filistinlileri güvenli bir sığınak, barınak veya bir lokma aş arayışında sürekli kan kaybederek yaşamaya zorlayan devamlı katliam ve göç yoluyla benzer şekilde yeniden üretiliyor. Bu, Filistinlileri hayatı kovalamaya iten bir ortamda yaşamaya yönlendiren uzun vadeli bir stratejidir ve onları, İsrail’in planladığı gibi, gönüllü veya zorla göçü düşünme ve arama stratejik hedefine ulaştırır.
Siyasi açıdan söz konusu tehcir planı, Tel Aviv’in Filistin topraklarında çatışmayı uzatan ve besleyen bir örgüt olarak gördüğü UNRWA’nın faaliyetlerini sona erdirme yönündeki son kararlarıyla eş zamanlı olarak gerçekleştiğinde, geri dönüş hakkının Filistin’in ulusal sabitesi olduğu fikrini öldürüyor. Peki nasıl?
Filistinliler böylesi bir gerçekliğe zorlandıklarında, önlerine konan tek seçeneği, yani tehciri seçmek (!) zorunda kalıyorlar. “Hareketsiz, işbirlikçi ve edilgen bir bölgesel ve uluslararası gerçeklik” ve “insanca bir yaşam sunmayan, omuzları yüklü devletler” göz önüne alındığında da geri dönüş hakkı, zorlu bir proje haline geliyor. Bu noktada Filistin varlığı, yer yer siyasi baskı için sömürülen yeni bir yük haline geliyor; ancak savaş makinesinin, ablukanın ve kasıtlı açlık politikasının neden olduğu demografik boşluğu telafi etmiyor.
Bu bağlamda ortada çok ciddi bir sorun var; çünkü uzun vadeli bir açlık politikası sert sonuçlara, yani tehcire ve sonrasında da bitmek bilmeyen bir acı döngüsüne yol açacaktır. Bu, Filistinlileri yalnızca kişisel düzeyde değil, aynı zamanda bir bütün olarak Filistin davası düzeyinde de etkileyen ve Filistinlilerin varoluşuyla temelden ilgili bir meseledir.
Bugün yaşananlar geçici bir kuşatma değil, tam tersine, halihazırda uygulanan açlık mühendisliğiyle başlayıp tüm Filistin varlığının demografik olarak yeniden yapılandırılmasıyla son bulan bir planın tam olarak gerçekleştirilmesidir.
Bu planlar karşısında şu soru akla geliyor: “Filistinli mülteci sorununu” ve “Filistin topraklarında kalma ve geri dönüş hakkını” ortadan kaldırmayı hedefleyen bu projelere karşı ne yapılması gerekiyor?
Bu tür varoluşsal meselelerde bu planları engellemek için kapsamlı bir stratejiye ihtiyaç vardır. Burada medya kampanyalarından ve yadsıma ve kınama açıklamalarından değil; Filistinlilerin topraklarındaki kararlılığını mümkün olan tüm araçları kullanarak desteklemek ve güçlendirmek için bir plan geliştirmenin önemi ve gerekliliğinden bahsediyorum. Evet, böylesi bir plan, Filistin halkını topraklarında sağlamlaştırmayı, onlara kararlılık ve direnç unsurları sağlamayı, bu davadaki zorluklarla yüzleşmeyi ve Filistin davasını tüm yönleriyle “Arap zihninde”, “Filistin’i destekleyen tüm halkların ve dünyanın tüm özgür insanlarının vicdanında” canlı ve güncel tutmak için çalışmayı amaçlayacaktır.
Gazze Şeridi’ndeki durum karmaşıklığın çok ötesinde. Açlık bir silah olarak bugün kullanılmaya başlamadı, türedi bir şey de değil. Ne var ki özünde haklı bir dava olan “Filistin davası” için -en tehlikeli bir aşamada- bugün kullanılıyor ve test ediliyor.
Buradaki en önemli ders, Filistin halkının şüphesiz en önemli mücadelesi olan toprakları üzerindeki kararlılığıdır. Yirmi bir aylık soykırım ve etnik temizlikten sonra, açlığa ve kuşatmaya rağmen Gazze, yıkılmayı veya onurundan taviz vermeyi reddediyor. Filistin halkı, özgürlüğün değerli olduğuna ve üzerine pazarlık edilecek bir somun ekmekten daha kıymetli olduğuna inanarak dimdik ayakta duruyor.
İsrail’in, “onursuz bir yaşam yerine onuru seçen Filistinlilere” dayattığı gerçeklik, her çatışmada olduğu gibi kuşatma ve açlığın, özgürlüğün kaybından bin kat daha iyi olduğunu kanıtlıyor. O kadar ki Gazze, her yuvada ve her direniş noktasında, yalnızca özgür insanların anlayabileceği bir kahramanlık ve fedakârlık destanı yazıyor.
Evet Gazze, avazı çıktığınca net bir şekilde “onur ve özgürlüğün, aşağılanmaya bulanmış bir somun ekmekten daha değerli olduğunu” ilan ediyor ve “öldürme, kuşatma ve açlık döngüleri ne kadar yoğun olursa olsun ‘Gazze’nin hatta tüm Filistin’in’, açlık silahının, hakları ve davaları olan ve kumlarına hayat ekmeye karar vermiş bir halkı söküp atmaktan daha zayıf bir şey olduğunun tanığı olarak kalacağını” tüm dünyaya güçlü bir biçimde haykırıyor.
Kudüs Haber Ajansı - KHA