Kudüs Haber Ajansı - KHA | kudushaber.com.tr

Amerika'nın Suriye'deki Asıl Planı Nedir?

Lübnan’ın önde gelen siyasi uzmanlarından Nasır Kandil, Amerika'nın Suriye'deki asıl planını, son gelişmeler ışığında analiz etti. 

25 Temmuz 2025
Amerika'nın Suriye'deki Asıl Planı Nedir?

Lübnan’ın önde gelen siyasi uzmanlarından Nasır Kandil, kişisel youtube kanalı üzerinden yürüttüğü “Diplomasi” başlıklı programın 13.’sünde Amerika’nın Suriye’deki yeni hedefleri, ABD ve İsrail’in Lübnan’daki tutumu masaya yatırıldı. Nasır Kandil, son gelişmeler ışığında dikkat çekici değerlendirmelerde bulundu.

Program tamamının Türkçe çevirisi şu şekilde:

BİRİNCİ BÖLÜM

Bu programın ilk kısmında dikkat çeken bir olguyu ele alacağız: ABD’nin Geçici Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed Eş-Şer’a’ya olağanüstü ilgisi ne anlama geliyor? ABD Suriye’den ne istiyor ve onunla ilişkisini nasıl şekillendiriyor? Hangi kurallar ve standartlar geçerli?

Yeni Suriye’nin Sponsoru ABD Ne İstiyor?

Suriye, bölgedeki sıradan bir ülke değil. Suriye, bölgenin büyük ve merkezi bir ülkesidir. Bu, bölge tarihinin tamamından kaynaklanan bir durumdur. Suriye’nin konumu, birçok başlık ve meseleyi etkiler: İsrail ile çatışma, İran’a karşı tutum, ikili ilişkiler, Suriye-Lübnan, Suriye-Irak ilişkileri, Türkiye’nin yeri, İsrail güvenliği... Yani Suriye, bölge denklemlerinde önemli bir aktördür. Peki, şimdi artık açıkça görülüyor ki ABD, yeni Suriye’nin uluslararası sponsoru olarak ne istiyor? Bu başlıkla ilgili belgeler sunan bir bölüm olacak ve ardından cevaplar üzerinde duracağız.

Özet: Yaşanan Son Gelişmeler

Son altı ayda ABD yönetimi, planlı, hızlı ve bazı yönlerden şaşırtıcı adımlar attı. Bu adımlar, geçici Başkan Ahmed Eş-Şer’a’nın Suriye’deki konumunu sağlamlaştırdı. Bu süreç iç ve dış kamuoyunda sorular yarattı. ABD Başkanı Donald Trump, tek bir kararla Şam’a uygulanan yaptırımları hemen kaldırdı; ABD Dışişleri Bakanlığı’nın önerilerini görmezden geldi ve reformlara bağlı kademeli bir kaldırma talep eden Avrupalı müttefiklerin itirazlarını önemsemedi. Bu karar, Suriye’de azınlıklara yönelik ihlaller devam ederken, anayasa gündemde olmadan ve seçim beklenmeden alındı. Buna rağmen yaptırımlar kaldırıldı. En tartışmalı adım ise, Washington’un yaklaşık 3000 yabancı savaşçının sınır dışı edilmesi talebinden vazgeçmesi oldu. Daha da ileri giderek, bu savaşçılara Suriye vatandaşlığı verildi ve güvenlik ve askeri güçlere entegre edildiler. Bu, eşi benzeri görülmemiş bir adımdı. ABD, uzun süre desteklediği Kürt durumunu, Türkiye’nin itirazlarına rağmen çözmeye yöneldi. Ardından, PKK lideri Abdullah Öcalan’a silah bırakma çağrısı yapıldı. Bu çağrının Washington’un teşvikiyle geldiği söylendi. ABD ayrıca yeni yönetimle müzakerelerde koşullarından vazgeçmesi için güçleri üzerinde baskı uyguladı. Bu gelişmeler, İsrail’de büyük rahatsızlık yarattı. Tel Aviv, Suriye’nin parçalanması ve federalleşmesi için hep baskı yapıyordu. ABD’nin tutum değişimi ise onları şaşırttı. Buna rağmen ABD elçisi Tom Barrack, Suriye-İsrail normalleşmesinin hemen olmayacağını, bunun Washington’un müttefiki ve İran karşıtı olan Şam’daki yeni yönetim tarafından belirleneceğini belirtti. Bu yol haritası, Suriye’nin Amerikan nüfuz üssüne dönüşüp dönüşmediği sorusunu gündeme getiriyor. Özellikle, Lübnan’a yönelik, ABD taleplerine uyulmazsa yaklaşan Suriye vesayeti uyarılarıyla birlikte... 

Suriye’de Değişen Dengeler ve Direniş Ekseni

Altı aydan fazla süredir, Suriye’de yeni bir tablo var: Yeni bir yönetim ve yeni denklemler... Güvenlik olayları yaşandı, dünya çapında siyasi ve medya karmaşası oldu. İlk iki ayda sorulan soru şuydu: Esad rejimi nasıl düştü? Halk o andan itibaren uyanmaya başladı. Mart ayı başlarında, yeni Suriye’nin nasıl olacağı konuşulmaya başlandı. Suriye kıyı bölgesinde büyük olaylar yaşandı. İnsan hakları ihlalleri ve inkâr edilemeyen katliamlar yaşandı. Avrupa Birliği, insan hakları örgütleri ve ABD Dışişleri Bakanlığı bile durumu kabul etti ve açıklama yaptı. O günlerde tekfirci gruplar gündeme geldi. “Radikaller” — işte bu terim kullanıldı — onların bu eylemi gerçekleştirenler olduğu belirtildi ve yeni yönetimin bu kişileri takip edip hesap verebilir hale getirmesi bekleniyor. Rakamlar en az 1500 kişinin bu katliamların kurbanı olduğunu gösteriyor. Ardından, Şam’ın kenarında, Süveyde ile Cermana arasında, yani El-Muazzamiye’de, Dürziler ile yeni yönetim arasında bir kriz çıktı. Sonra intihar saldırıları başladı, hedefi Hristiyanlardı. Bu ağır ihlaller, Suriye’de durumu ele alırken önemli bir başlık oldu. 

İkinci başlık ise, Suriye-İsrail yeni ilişkileri hakkında konuşmak... Suriye, direniş ekseninin bir parçası olarak, normalleşmeyi ve imzayı reddeden, Arap-İsrail çatışmasına dayalı ilkelerle hareket eden bir ülkeydi: Golan olmadan barış yok, Filistin olmadan barış yok; Hizbullah, Hamas ve İslami Cihad’ı destekliyordu. Ama şimdi, yeni yönetimin liderleri, İslamcı cihatçı akıma bağlı oldukları için, önceki rejimden daha radikal bir dille konuşuyorlar: Filistin, Kudüs, kutsal mekanların özgürleştirilmesi, ABD ve İsrail’e düşmanlık, ABD ve İsrail’e karşı savaş... Sonra iktidara geldikten sonra 180 derece zıt bir konuşma bulduk: İsrail ile sorun istemiyoruz, İsrail’in güvenliğini korumaya hazırız, kimsenin Suriye topraklarından İsrail’e zarar vermesine izin vermeyeceğiz. Aylar geçti, hiçbir şekilde açıklık, dayanışma, gösteri ya da Gazze’ye destek açıklaması olmadı. Gazze’de olup biten, tüm dünyayı sarsan gelişmeler, Suriye’yi hiç etkilemedi; İsrail’e karşı soğuk ve sakin bir tutum vardı. İsrail, güney Suriye’ye girdi, üç vilayetin coğrafyasına yayıldı ve bu bölgeleri İsrail’in güvenlik bölgesi ilan etti. İsrail hava kuvvetleri, Suriye ordusunun altyapısını bombaladı, kimse itiraz etmedi, gökyüzü Suriye için serbest hale geldi. İsrail-İran çatışması başladı, Suriye hava sahasını İsrail uçaklarına İran’a saldırı veya İran füzelerini önleme amaçlı açtı. 

Suriye ve ABD İlişkileri: Asıl Plan Nedir?

Üçüncü başlık, Suriye-ABD ilişkisi... Bu ilişki, ABD’nin yeni rejimin doğası ve kökenlerine şüpheci yaklaşımıyla karmaşık başladı. İlk sahil katliamları sırasında, ABD sert bir tavır aldı: bunlar tekirci, cihatçı, radikal... Aynı zamanda, yaptırımların kaldırılması için şartlar konuşuldu, bazıları İsrail ile ilgiliydi, bazıları ise rejimin kimliğiyle ilgilendi: Herkesi temsil eden bir hükümet, seçim takvimi, anayasa, yabancı savaşçıların sınır dışı edilmesi... Ancak aniden tavır değişti ve yeni bir tablo ortaya çıktı. Dürzilerle yaşanan olaylarda ABD sessiz kaldı, Suriye’de kiliselerin bombalanmasında Amerikan açıklaması yapılmadı. ABD’nin Suriye özel elçisi, aynı zamanda Ankara’daki ABD büyükelçisi Thomas Barrack, Donald Trump ile çeşitli iş ve gayrimenkul ortaklığı olan kişi, geçici Suriye liderini ilginç ve övgü dolu bir dille anlattı.
Yani, İsrail ile normalleşmeden söz edildi. Thomas Barrack, bu konuda Suriye koşullarının dikkate alınması gerektiğini ve yeni durumun ABD için Abraham Anlaşmaları’nı sağlamaktan daha önemli hale geldiğini söyledi. Güvenlik koordinasyonu isteniyor ve bu koordinasyon en üst düzeylerde başlıyor. Filistinli direnişçiler, Hamas da dahil, tutuklanıyor. Eski Hamas siyasi büro şefi Halid Meşal, rejim düştükten sonra, El-Nusra’nın Kudüs’ün kurtuluşu için müjde olduğunu söylemişti, ancak bu görüş sönümlendi ve kimse artık konuşmuyor. Görünüşe göre Meşal, zafer ve yeni Suriye yönetimini kutlamak için Şam’a davet bekliyordu.
Ama artık o ilişki, ne Gazze, ne Hamas, ne direniş, ne de Filistin onun söyleminde yer alıyor.

Suriye’de ne oluyor? Bu soru, ABD’nin olağanüstü ilgisinin cevaplarını arıyor. Yeni Suriye Cumhurbaşkanı geçici Ahmed Eş-Şer’a (Ebu Muhammed el-Culani), eski El-Nusra lideri... El-Nusra’nın gerçek kurucusunun Ahmed Eş-Şer’a değil, Irak’ta ABD askerlerinin komutanı, sonra CIA başkanı olan General David Petraeus olduğu söyleniyor. Petraeus, El-Nusra’yı desteklemişti ve bu oldukça dikkat çekici. Şimdi geriye dönüp bu olayı biraz daha derinlemesine inceleyelim... Patraeus ABD istihbaratının başına geçti, CIA başkanı oldu ve bu cephenin (El-Nusra Cephesi) destekçisi oldu, bu gerçekten dikkat çekici bir durum. Şimdi geriye dönüp arşivlere baktığımızda, örneğin Suriye’de özel BM elçisi olan Staffan de Mistura’nın, Suriye’de siyasi çözümle ilgili tüm çabasının El-Nusra Cephesi’ni devlet yapısının içine dahil etmek olduğu görülecektir; bunu yaparken de “DEAŞ’a ancak böyle bir güçle karşı koyabiliriz” gibi gerekçeler sundu. Bu konuda ABD’nin eski İsrail büyükelçisi Martin Indyk’in yazdığı makale gibi örnekler de var. Üstelik elimizde belgelerle desteklenmiş ABD talepleri var; bu talepler El-Nusra Cephesi’nin siyasi çözüm sürecine dahil edilmesini öngörüyordu. Halep kuşatıldığında ve çatışmalar başladığında Staffan de Mistura, Halep’in bazı mahallelerinde yerel komiteler kurulmasını önerdi; bu komitelerin El-Nusra Cephesi tarafından oluşturulduğu ortaya çıktı. El-Nusra Cephesi’nin bu özel konumu, Türkiye’nin sürekli olarak El-Nusra’yı terör listesinden çıkarmak ve temizlemek için çabalarıyla bağlantılıdır. 2012’nin başlarında savaşın ilk dönemlerinde İsrail’den sürekli olarak “Kuzeydoğu sınırlarımızı El-Nusra’ya emanet ettik” yönünde açıklamalar geliyordu. El-Nusra düşman bir taraf olarak görülmüyordu. El-Nusra savaşçıları, bazı çatışmalarda İsrail hastanelerine tedavi için götürülüyordu. Bazı Suriye subayları, İsrail bombardımanlarının sadece El-Nusra’yı hedef aldığında ve El-Nusra’nın zor durumda olduğu anlarda gerçekleştiğini fark etmişti. Güney Suriye’deki olaylarda İsrail hava ve topçu güçleri müdahale ediyor, ancak başka silahlı gruplar hedef alınmıyordu. Peki El-Nusra ABD için ne anlama geliyor? Gerçekten ABD istihbaratının özenle desteklediği, cihatçı akım içinde geniş bir yapı oluşturmak için çalıştığı meşru bir oluşum mu? Biz de bu tabloyu daha yakından anlamaya çalışacağız.

İlginç olan, ABD’nin yaptırımların kaldırılması için bir dizi şart koymasıydı. ABD ve Avrupa’nın görüşü, yaptırımların tek seferde değil, “adım adım” kaldırılması gerektiği yönündeydi. Mesela, yönetim seçim tarihi belirlerse bir yaptırım kaldırılır, seçim yapılırsa başka bir yaptırım kaldırılır, yeni bir anayasa yapılırsa başka bir yaptırım kaldırılırdı. Ayrıca, tüm renkleri temsil eden bir hükümet kurulması, dengeli ve makul şartlarla Kürtlerin (SDG’nin) entegrasyonu, hükümette Kürt temsilciler, subayların ordu kademelerinde Ahmed El Şar’a'yı destekleyen silahlı gruplarla eşit bir şekilde katılım mekanizması sağlanır gibi talepler vardı. Avrupa bu görüşü destekledi. Ama ABD aniden tüm yaptırımları tek seferde kaldırdı. Tek şart olarak ise yabancı savaşçıların sınır dışı edilmesi şartı kaldı. Eski Türk raporlarına göre yalnızca Uygurlar’dan 3500 savaşçı vardı. Yabancı savaşçılar, Astana toplantılarında kuzeybatı Suriye'de askeri çözüme gidilmemesi için mazeret olarak sunulan eski Türk rivayetlerine göre, Hakan Fidan "bunu yapamayız, 50.000 yabancı savaşçı var" diyordu. Aniden Amerika "bunların kalmasında bir sakınca yok, hatta vatandaşlığa alınsınlar, silahlı kuvvetlerin bir parçası olsunlar ve silahlı kuvvetlerde üst rütbeler alsınlar" diyor. Yani siz Suriye için bir ordu mu kuruyorsunuz, yoksa dünyadaki cihatçılar için uluslararası bir ordu mu? Yaptırımların kaldırılması Suriye halkı için doğru olabilir ama ABD’nin bunu koşulsuz ve bir anda yapması beklenmiyordu. Ayrıca ABD, ilk şart olan İsrail ile normalleşme talebinden vazgeçti ve onun yerine “güvenlik koordinasyonu” koydu; bu da Suriye’nin isteğine göre daha örtülü ve esnek bir koordinasyon demekti. Yani Eş-Şer’a’nın normalleşmeyi açıkça ilan etmesine gerek yok, sadece koordinasyon yapması yeterliydi. Bu koordinasyon komiteleri gün boyu çalışıyor ama eğer bu Şer’a'yı zor durumda bırakıyorsa, ilan edilmemesinde bir sakınca yok. Neden zayıflamamasına bu kadar önem veriyorsunuz? Onun için projeniz ne?

Şimdi El-Nusra’nın, hükümet üyelerinin ya da askeri liderlerinin isimlerinin terör listesinden çıkarılması konusu gündemde. Vay canına! Ahmed El Şer’a'nın adı değil, hükümet üyelerinin adı değil, silahlı kuvvetlerdeki lider kadronun adı değil, mesela 50 isim değil... Bütün Nusra Cephesi. Tahrir el-Şam değil, orijinal Nusra Cephesi. Neden? En zor ve net konu ise Kürt güçleri, yani QSD. Türkiye Cumhurbaşkanı, biliyoruz ki Türkiye, NATO ittifakında Amerika'dan sonra terazi kefesidir, yani NATO'nun ikinci gücü sayılır. Türkiye, NATO’nun ABD’den sonra ikinci büyük gücü sayılır. Türkiye, ordusunun büyüklüğü, kapasitesi, konumu, NATO’nun varsayılan düşmanları Rusya ve İran ile temas hatlarına yakınlığı ile Türkiye Asya’da önemli bir aktör. ABD’ye defalarca, Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile olan bu özel ilişkiyi ve özellikle de Türkiye’nin ulusal güvenlik tehdidi olarak gördüğü PKK’yı taşıyamayacağını bildirdi. Ancak Türkiye’nin bu itirazları sonuç vermedi; ABD Kürtlerin özel durumuna bağlı kalmaya kararlıydı. Suriye’nin geleceğine dair müzakerelerde Amerikalılar, Irak modeline benzer şekilde kuzeydoğuda bir Kürt kantonu ya da Kürt devleti lehine bir tür federasyon talebinden çekinmedi. Irak’taki Kürt varlığı coğrafi ve demografik açıdan nispeten bağımsızdır. Suriye’de ise Arap, Kürt, Süryani ve diğer etnik gruplar iç içedir; bölge Arap çoğunlukludur ve Kürt kantonu olması planlanan yerde. Ancak ABD aniden Kürtlerden vazgeçti, federasyon talebi ortadan kalktı. Artık Şam yönetiminden Kürt özel durumuna saygı göstermesi istenmiyor. Thomas Barrack, Kürtlerin (SDG) Ahmed Eş-Şer’a’nın devletine katılmasını ve teklif edilenleri sorgulamadan kabul etmelerini söylüyor. Kürtlerin müzakereye yavaş yanıt verdiğini belirtiyor. Amerikan projesi nedir? Ahmed Eş-Şer’a’nın ABD stratejilerindeki olağanüstü önemi nedir ki yaptırımların hemen kaldırılması, El-Nusra Cephesi’nin terör listesinden çıkarılması, Kürtlerin etkisinin sınırlandırılması, İsrail ile normalleşmenin küçültülmesi gerçekleşebiliyor? Amerikalıların, Ahmed El Şer’a liderliğindeki Suriye'nin oynamasına güvendiği stratejik görev, tüm bunlardan daha önemli olmalı. Hatta İsrailliler bile bir endişe içinde. Çünkü Kürt meselesinin iptal edilmesiyle, onların korumaya çalıştığı Kürt özel durumu ve “Davud Geçidi” dedikleri Golan’dan Irak sınırına uzanan, Kürtlerin yaşadığı bölgeler, artık masadan kalktı. Öyleyse ortada bir Amerikan stratejik vizyonu var. Bu Amerikan stratejik vizyonunu aydınlatabilecek gizli anahtar, saklı düğüm, belki de Ahmed El Şer’a'ya, Ebu Muhammed El Colani'ye yaptırımların kaldırılması için konulan ve sonra vazgeçilen şarttır. Bu şart neydi? Yabancı savaşçıların sınır dışı edilmesi. ABD neden yabancı savaşçıların kalmasına, vatandaşlık verilmesine ve silahlı kuvvetlere entegrasyonuna izin verdi? Bu normal bir durum değildir. Amerika bunu, ulusal bir devlet olan Suriye modeli için kabul edemez. Sömürgeciye düşmanlığı anlamında ulusal değil, Suriyelilerin devleti olması anlamında ulusal. Bu, Suriye'nin Suriyelilerden başka bir şeyin devleti olması yönünde bir kabul, hatta bir tasavvur, bir beklentidir. Yeni Suriye'nin çekirdeğinin bu yabancı savaşçılar olmasıdır. Bu yabancı savaşçıların dünya genelinde uzanan yapılar olduğunu biliyoruz. Mesela Suriye’de 3000 Çeçen savaşçı varsa, Rusya dışında yaklaşık 100.000 Çeçen daha var. 100.000 Çeçen’in ailesiyle Suriye’ye gelmesi demek yaklaşık bir milyon kişi anlamına gelir. Suriye’de 5000 civarında Özbek savaşçı var, ama dünyada dört katı, yani çeyrek milyon Özbek. Bu da yaklaşık 2 milyon kişi demektir. Suriye’de 3500 Uygur savaşçı var, ama Çin’e muhalif Uygurlar dünya genelinde yaklaşık yarım milyon. Bu da Suriye’ye 3-4 milyon Uygur’un gelmesi demek. Yani küresel cihatçıların devleti kuruluyor. Bu devletin üç temel unsuru var:

Birincisi, ABD “annelik eden” rolünü üstleniyor. Onların akıllarından ABD’ye düşmanlığı çıkarmalarını istiyor. Bunu onlara kim söyleyecek? Ahmed El Şara. İkincisi, İsrail düşman değildir, sakın ha! Onlara diyecek ki, El Kaide ve DAEŞ'ten türeyen ve genel olarak Vahhabilikten gelen cihatçı hareketin hiçbir gününde İsrail'i hedef alan bir eylem kaydetmedik. Ama bu kanıtlanmalı ve pekiştirilmeli. Düşman İran'dır. Düşman direniş güçleridir.

Eğer ABD isterse bu cihatçı devlete başka düşmanlar da ekleyebilir; mesela Rusya’ya “bu insanlar Rusya’yı vuracak, biz onları engelliyoruz” diyebilir. Aynı şekilde Özbekistan’a da “100.000 Özbek burada cihat ediyor ama biz onları kontrol ediyoruz” diyebilir. Bu devlet, Çin’i, Rusya’yı, Özbekistan’ı, Pakistan’ı ve diğer tüm ülkeleri şantajlayan bir yapı olacak.

Bu cihatçı devletin ilk ayağı ABD, ikinci kardeşi ise İsrail, üçüncüsü ise Suriye’yi hizmetlerin verildiği bir ülke olarak kullanmak. Yani Suriye’de rahat bir otel bulabilmek mümkün... Ilıman iklimi, güzel çevresi olan, bankanın, hastanenin ve çocuklarınız için okulun bulunduğu, aileniz için uygun iyi evlerin olduğu, eğitim alıp aktif olabileceğiniz, uydu kanalları açıp uluslararası alanda varlık gösterebileceğiniz, askerî eğitim kampları kurabileceğiniz, askerî eğitime katılabileceğiniz ve talimatları bekleyebileceğiniz bir yer. Lideriniz, komutanınız Ahmed Eş-Şer’a. Bu cihatçı devlet, yani dünya çapında cihad devleti, İslam adına ama İslam’dan arındırılmış; ABD’ye düşmanlık yerine ona bağlılık, İsrail’e düşmanlık yerine onunla ittifak, ABD ve İsrail’in düşmanlarına karşı cihad… Bu tanım, Zbigniew Brzezinski’nin 1980’de Afganistan’a mücahitleri gönderirken söylediği sözü hatırlatıyor: “İslam’ın etkisini ortadan kaldırmak aptallıktır; bizim görevimiz bize uygun bir İslam yaratmaktır.” Bernard Lewis bu teoriyi daha da ileri götürdü: Müslümanlar için farklı İslam modelleri üretmek, Şii, Sünni ve mezhep çeşitlerini ABD çıkarlarına hizmet edecek şekilde şekillendirmek. Görünüşe göre Türkler bu tehlikenin farkına vardı. Bazı sosyal medya mecralarında dolaşan raporlar ve bazı Suriyeli muhaliflerin kaydettiği videolar - ki bunlar şimdi Şara'nın yönetimini istemiyorlar ama eski rejime karşı şiddetli bir muhalefet içindeydiler - Türkiye'nin, Şara rejiminin yeni istihbarat başkanını öldürdüğünü söylüyor. Ve bunun Şara'ya, bu cihad projesini frenlemesi yönünde bir mesaj olduğunu belirtiyorlar. Bu cihad devleti kurulursa beş ila sekiz yıl içinde önce Türkiye’yi saracak, ardından Lübnan ve Suriye üzerinden Emevi İmparatorluğu’nu (Osmanlı değil) kuracak. Bu yüzden Emevi mirasına vurgu var, İslam’a değil. Büyük Sünni alimlere göre Emeviler İslam’dan çıkmış, halife ya da gerçek Müslüman değil, dini olmayan bir hanedanlık kurmuşlardır. Ama bazı mezhepsel bağnazlıklar arasında Emevi kelimesi popülerlik kazanıyor ve nostaljik bir şekilde eskiye özlem duygusu yaratılıyor. Bu Emevi devleti önce Türkiye’yi hedefliyor. Bu büyük bir tehdit olabilir ya da olmayabilir, ama devletler, siyasi güçler ve halklar planlarını tek taraflı varsayımlara dayandırmıyor; her ihtimali hesaba katıyorlar. Bu, bölge için en kötü senaryolardan biri olabilir. Açıklamak ve aydınlatmak zorundayız.

İKİNCİ BÖLÜM: ACI GERÇEK

Programımızın ikinci bölümünde medyadaki yumuşak söylemi inceleyerek, nasıl bir tuzak ve kapan olarak kullanılabildiğini konuşacağız.

Özet: Yaşanan Son Gelişmeler

Haziran ayında Thomas Barrack Lübnan’ı ziyaret etti. ABD başkan özel elçisi olarak, Lübnan yetkililerine direnişin silahsızlandırılmasıyla ilgili talepler içeren bir belge sundu. Lübnan’ın silahsızlandırma için bir zaman çizelgesine uymaması halinde İsrail savaşı başlatabileceği uyarısında bulundu. Birkaç gün sonra Barrack Beyrut’a döndü ve Lübnan’dan resmi yanıt aldı. Lübnan, silahların tek elde toplanması prensibini teyit etti ama zaman çizelgesi vermedi. Silahların akıbetinin ulusal diyalogla tartışılacak bir savunma stratejisine bağlandığını belirtti. Yanıt, ABD’nin İsrail’in çekilmesini garanti etme taahhüdünü yerine getirmesine bağlandı. Bu, ateşkes anlaşmasında belirtilmişti. Silahlı Hizbullah güçleri de Litani Nehri güneyinden Lübnan ordusuna çekildi. ABD’nin olumsuz yanıtı beklenirken, Suudi bir heyet Beyrut’a geldi ve Amerikan taleplerini reddetmenin sonuçlarına dair uyarıda bulundu. Ancak asıl sürpriz, Lübnan Cumhurbaşkanı General Mişel Avn ile görüşen Thomas Barrack’ın Lübnan’ın yanıtını övmesi oldu. Bu durum, ABD’nin samimiyeti konusunda soru işaretleri doğurdu. Bu durum, Trump’ın İran’a savaş ilanından önce müzakereler için olumlu ortam yarattığını söyleyip sonrasında savaşı başlatmasıyla benzerlik gösteriyor. Amerikan komuta odasını barındıran Katar'daki El-Udeyd üssü olayında ise Trump, Amerikan tutumunun gerçeğini yansıtan gerçekçi bir tavır sergilemişti. Hile ve gerçekçilik arasında, Trump'ın Lübnan elçisinin tutumu, iki ihtimalin sınırında duran belirsiz bir alanda kalıyor.

Tehlikeli Sinyal: Yumuşak Söylem

Medyada yumuşak söylem yeni bir olgu değil tabii ki. Ancak bu sefer geçmişe çok gitmeyeceğiz, mesela Hitler’in çevre ülkelerle olan ilişkilerinde kullandığı yumuşak söylemi hatırlamak yerine güncel örnekleri inceleyeceğiz. 

Halkın aklında kalan, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın eski Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad’a yönelik pek çok zirve çağrısıdır. Pek çok kişi Erdoğan’ın bu sözlerini ciddiye aldı, ama az sayıda kişi bu çağrıların önceden bilindiği üzere karşılık bulmayacağını fark etti. Neden? Çünkü Esad ve Suriye Erdoğan’ın ne istediğini önceden biliyordu. Erdoğan'a, Ruslara ve İranlılara, Erdoğan'ın Suriye'den çekilme kararı aldığını açıklamasıyla, siyasi bir anlaşmaya varıldığında zirvenin düzenleneceğini ve dışişleri bakanlarının belirleyeceği bir gündemle başlayıp devletler arasında adet olduğu üzere bir zirveyle taçlanacağını bildirmişti. Bu, ülkeler arasında olağan bir süreçtir. Ancak Erdoğan şöyle yanıt veriyordu: "aramızda anlaşmazlık var ama anlaşmazlığı ancak liderler çözebilir, Esad gelsin ben hazırım" diye cevap veriyordu. 

Erdoğan’ın sözleri Ukrayna Cumhurbaşkanı Vladimir Zelenski’nin sözlerini anımsatıyor: Zelenski, “Neden Putin gelmiyor da benimle oturmuyor?” diye soruyor. Putin, bu görüşmeyi kabul ederse siyasi intihar etmiş olur, o yüzden kabul etmiyor. “Ben vardım ama o gelmedi” diye de mazeret sunuyor. Erdoğan durumu daha farklı tabi; çünkü o Suriye rejiminin düşürülmesi için hazırlık yapıyordu. Uzmanlara göre rejimin düşürülmesine yönelik hazırlıklar en az altı ay sürmüştü. Sistem çökerken üç ay öncesinde Erdoğan’ın zirve çağrısı yaptığı yaklaşık beş açıklama vardı. Erdoğan Moskova’yı ziyaret etmiş, iki kez Rus liderlerle görüşmüştü ve Esad ile görüşmeye ciddi niyetlendiği izlenimini vermişti; Rus yetkililer de buna inanmıştı. Ancak bu yumuşak söylemin arkasında bir plan ve aldatmaca vardı: Rejim savaşla değil tamamen devrilecekti. 

Plan ABD ve muhtemelen bazı Arap ülkeleri ile İsrail tarafından hazırlandı; ama esas olarak “bahis atılan at” olan El-Nusra Cephesi’yle birlikteydi. Batılı ve Arap istihbarat örgütleri, Suriye ordusunu mücadeleden etkisiz hale getirmek için kullanıldı ve bu da rejimin düşmesinden kısa süre sonra gerçekleşti. Yaklaşık altı ay sonra, 8 Aralık’ta Suriye rejimi düştü.

11 Haziran’da İsrail İran’a savaş başlattı. Savaşın başlamasından iki gün önce, 7 Haziran’da ABD Başkanı Donald Trump, “Evet, İsrail’in saldırısı olabilir, ama yakın değil. Pazar günü görüşmeler yapılacak. Tüm iyimserlik görüşmelerden sonuç alacağımız yönünde” diyordu. Cuma günü savaşa gidildiği kesinleştiğinde, ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio, “Bizim doğrudan ya da dolaylı hiçbir ilgimiz yok, İsrail’in tek başına aldığı bir karar” dedi. Ancak öğleden sonra, İsrail ilk saldırıları yaptı; Devrim Muhafızları ve İran ordusu komutanlarını öldürdü, yüzlerce kilometre uzanan batı hattındaki savunmaları yok etti, radarları düşürdü, uçakları Natanz, İsfahan ve Tahran’daki nükleer tesisleri vurdu. Trump çıktı ve “Ben biliyordum, yeşil ışık verdim, onay verdim, bu benim savaşım, ben bu savaşın babasıyım” dedi. Birkaç gün sonra ABD doğrudan savaşta yer aldı. İranlılar şimdi “Neden yeniden müzakere edelim ki? Sen bizimle müzakere ediyordun ama aslında aldatıyordun” diyorlar. 

Yumuşak söylem, aslında bir aldatmaca ve tuzaktır. Şimdi karşımızda yeni bir olgu var. Bu bölümün konusu bu: Medyada kullanılan bu yumuşak söylemin içeriğini dikkatle incelemek ve analiz etmek istiyoruz. Olgu ne? Amerika’nın Lübnan ve Suriye’ye elçisi, aynı zamanda Ankara’daki ABD büyükelçisi Thomas Barrack. Kendisi Lübnan asıllı olduğunu gururla söyler ve bu ülkeye karşı bir özlem duyduğunu belirtir. Buradaki ifadelerin içeriğini incelemek istiyoruz: Ortada nasıl bir olgu var? ABD’nin Lübnan’a gönderdiği elçi, aynı zamanda Ankara’daki ABD büyükelçisi Thomas Barrack. Kendisi köken olarak Lübnanlı olduğunu gururla belirtir, Doğu Akdeniz ve Lübnan’a karşı özel bir özlem duyduğunu söyler. Kendini bu ülkeye karşı ilgili, titiz ve özenli biri olarak tanıtır. 

Ancak 19 Haziran’da Beyrut’u ziyaret ettiğinde, görüştüğü üç liderden—Cumhurbaşkanı General Mişel Avn, Meclis Başkanı Nebih Berri ve Başbakan Nevaf Selam—aldığı mesaj sertti: “Ya Hizbullah’ın silahlarını kendiniz devre dışı bırakacaksınız, ya da İsrail savaş çıkarır ve geride hiçbir şey bırakmaz.” “Uyarılmış olan kendini savunur” diyerek kesin bir ültimatom verdi. Mesajında ilk madde, silahların bırakılması için zaman çizelgesi talebiydi: “Bize bir takvim verin ve resmi olarak devletin Hizbullah’ın silahlarını bırakacağını taahhüt etsin.” Bazı liderler buna inandı, diğerleriyle dolaşıp durumu tehlikeli bulduklarını ve devekuşu gibi başlarını kuma gömmemeleri gerektiğini söylediler. Ancak bu çabalar başarısız oldu. 

Fakat bizim asıl meselemiz bu yüksek tonda tehdit edilen konu değil. İlk bölümümüz silahsızlandırma hakkındaydı, şimdi ikinci bölümde nakit para ekonomisi, yani “cash economy” konusu var. Bunun riskli olduğu ve kara para aklama gibi faaliyetlere yol açtığı söyleniyor. İkinci bölümün kalbinde ise “hasen kredi” yani faizsiz kredi sisteminin kaldırılması gerektiği konusu var. Çünkü bu da nakit para ekonomisinin bir parçası sayılıyor. Üçüncü bölümde ise finansal ve ekonomik reformlar, yapısal bankacılık reformları gibi konular ele alınıyor. Dördüncü bölüm ise Lübnan-Suriye sınırının çizilmesi üzerine. Lübnanlılar burada kastedilenin Şeba Çiftlikleri olduğunu anlıyorlar; bu bölge için Lübnan’ın Suriye’ye, Suriye’nin ise İsrail’e bırakması planlanıyor. Böylece normalleşmenin yolu açılacak. Suriye Golan’ı istemiyor ve Şeba Çiftlikleri’ni bırakmaya hazır görünüyor. Ancak Lübnan bu bölgeye sahip çıkıyor. İsrail ise bu bölgeden çekilmek istemiyor. Şeba Çiftlikleri’nin Suriye’ye bırakılması, İsrail’in diğer Lübnan topraklarından çekilmesinin yolunu açacak.

Bu, “havuç ve sopa” taktiğiyle zorlama anlamına geliyor. Barrack, “Ben geldim, ben devletim, ben karşı tarafla ilişkilerimi bu şekilde yürütürüm, pazarlık yaparım” diyor. Havuç, yani rüşvet; sopa ise ceza ve misilleme anlamında. Ancak o ikisini birden kullanıyor. Üç hafta sonra, yani geçen pazartesi, Barrack tekrar üç liderle görüştü. Cumhurbaşkanı’ndan resmi Lübnan yanıtını aldı. Cumhurbaşkanı, bu yanıtın başlıklarını ve arkasındaki anlayışı açıkladı: Biz zayıf bir devlet değiliz, uluslararası hukuk ve BM Güvenlik Konseyi kararlarıyla korunuyoruz. ABD’nin gözetiminde ateşkes anlaşmasına vardık; ABD bu anlaşmayı yazdı ve uygulanmasını taahhüt etti. Biz İsrail’in çekilmesini kabul ettik, ardından Hizbullah’ın Güney Litani’den çekilmesini kabul ettik; oysa karar tam tersini söylüyor: Önce İsrail çekilecek, sonra Hizbullah. 60 günlük çekilme süresi verdik, üç hafta daha uzattık ve sessiz kaldık. Ama ne İsrail çekildi ne de saldırılar durdu. Biz bu karara hangi temelde razı olduk? Karar 1701 “Derhal çekilme ve ateşkes” diyor. Biz, ABD’nin İsrail’i bu konuda zorlayacağı garantisini almadıkça, buna dayanacak bir gücümüz yok. ABD, İsrail’i yükümlülüklerini yerine getirmeye zorlamadı, çaba göstermedi. Biz ise Hizbullah’ı bağlı hale getirdik; Hizbullah üzerine düşeni yaptı. İç kriz çıkarmadan Hizbullah’a geri dönemeyiz; ancak İsrail yükümlülüklerini yerine getirmeden bu mümkün değil. Bu, devletle Hizbullah arasında ABD’nin bilgisi dahilinde yapılmış bir anlaşma. Hizbullah’tan Güney Litani’den çekilmesini istemeden önce İsrail’in çekilmesini ve saldırılarını durdurmasını bekliyoruz. Ama siz kabul ettiniz ve şimdi bizi içine çektiniz; diyorlar ki, “İsrail çekilmeden tüm silahlar bırakılmalı, ondan sonra İsrail çekilecek.” 

Peki daha önce verdiğiniz taahhüt neden yerine getirilmedi? Neden şimdi bizi ikna etmeliyiz ki bu sefer yapılacak? İsrail istediğini alacak, hiçbir şey yapmayacak. Eğer amaç silah bırakmaksa, İsrail önce çekilmeli ki iş kolaylaşsın. İsrail geri çekilmez ve saldırıları durdurmazsa, yani saldırılar devam ederse, Lübnan’da Hizbullah’ın silahlarını bırakması için motivasyon oluşmaz. Motivasyon, saldırıların durdurulması ve geri çekilmedir. Ama saldırılar durmazsa, motivasyon olmadan niçin geri çekilsin? Biz ne baskı gördük ne de yeterince zorlandı İsrail. Açık ve net bir anlaşma olmasına rağmen, ABD neden yeterince baskı uygulamadı? O zaman biz neden bütün kartlarımızı ortaya koyup her şeyi yapalım, belki birbirimizle savaşalım, hatta iç savaş çıkaralım; bunun karşılığında İsrail ne saldırılarını durduruyor ne de çekiliyor?

Lübnanlı yetkililer, Thomas Barrack’ın bu yanıtı beğenmeyeceğini bekliyorlardı çünkü bu, onun getirdiği belgeyle çelişiyordu. Beklenen tepki, “Kararınızı aldınız, sonuçlarına katlanın” olacaktı. Ama Thomas Barrack çıktı ve “Bu güçlü, net ve egemenlik ruhunu yansıtan Lübnan belgesinden çok memnunum, teşekkür ederim. Biz zaman çizelgesi talep etmedik, Lübnan devleti bu çizelgeyi kendi iç işleyişi için belirler. Hizbullah sadece bir silahlı grup değil, siyasi bir güçtür” dedi. 

Bu sözler, direnişin düşmanları ve ABD yanlıları arasında büyük şaşkınlık yarattı. “Bu nasıl olur?” dediler. Kolay açıklama; mantıklı ve gerçekçi olması. Çünkü ABD’nin umudu, bu sert uyarının Lübnan’ı ilerletmesiydi. Tehdit sonuçsuz kaldığı için artık daha fazla tırmandırmanın anlamı yok. Çünkü ABD Lübnan’da çok fazla güvenilirliğini yitirdi ve Cumhurbaşkanı olarak ABD müttefiki olduğu düşünülen kişi bile, aslında ABD adına oy kullanan milletvekillerini de kaybetti. Neden? Çünkü ABD aşırı İsrail yanlısı duruşuyla kaybetti. Cumhurbaşkanı, Lübnan’ın ABD dostu bir devlet olması için adım adım Hizbullah’ı Güney Litani’den çıkarmayı hedefliyordu; ağır silahların Lübnan ordusuna verilmesi gibi planları vardı. Ancak bu devlet, ülkesi ve egemenliğine inananların umudunu kırdı. ABD ile kalan sadece övgü düzenler ve işbirlikçiler oldu. Lübnan’daki milliyetçiler, direnişi çözüm görmeyip ABD’yi çözüm kabul edenler ise kaybedildi. 

Barrack’ın bu tavrı, onun henüz konunun tüm ayrıntılarını analiz etmediğini gösteriyor. En olası durum, inşaat müteahhidi olarak başlayan, sonra diplomat ve arabulucu rolü üstlenen Barrack’ın, bu yumuşak söylemin bir aldatmaca, tuzak olduğunu anladığıdır. “Siz kararınızı verdiniz, sorumluluğunu taşıyın” demeden ABD’yi sorumluluktan sıyırmak. İsrail’in çatışmaya gideceğini söylemek de ABD’nin işi. Bu durum, Netanyahu’nun ABD’de olduğu döneme denk geliyor ve tüm veriler, ABD’nin Netanyahu’yu İran’a karşı hareket etmemesi için yönlendirdiğini gösteriyor. İran meselesi, ABD’nin kendi dosyasıdır. Netanyahu’ya verilen telafi Lübnan’dadır. Neden? Çünkü Gazze’de Körfez ülkeleri ateşkes talep ediyor; çünkü bu savaş, körfez yöneticilerinin halklarına karşı utanacakları kanlı, umutsuz ve vahşi bir savaştır. Araplar Trump’a 5 trilyon dolar vaat etti. Netanyahu, Gazze savaşını İran’a karşı kullanarak o ateşi ona doğru yönlendirdi. Eğer savaş devam ederse, bu yola devam edecek. “Gazze savaşını durdurun ki İran güçlenmesin” deniyor. Netanyahu’nun başka savaşlar başlatmasını önlemek için. Eğer Netanyahu’nun İran’ı dışarı atması ve Gazze savaşını durdurması isteniyorsa, neden ona Lübnan’da savaş izni verilsin? Kazanır ya da kaybeder, bu başka mesele. Buradan, Lübnan’daki bu yumuşak söylemin ardında yeni bir aldatmaca olduğu varsayılıyor; Erdoğan’ın Esad’a yaptığı zirve çağrısı gibi, Trump’ın İran’la müzakereler sürüyor diye verdiği mesaj gibi. Aslında savaşın planı cebinde saklı duruyor.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Bugünkü programımızın son bölümü, güvenilir ve size yeni bir bakış açısı kazandırabilecek özel raporlar ve bilgilerden oluşuyor.

İlk dosya Moskova’dan: Putin neden Orta Doğu İşleri Yardımcısı ve Elçisi Mihail Boğdanov’u görevden aldı? Görevden alma ile ilgili üç belirsiz işaret var. Elbette Rus medyasındaki açıklayıcı, düzeltici söylem, istifa talebi demedi, yaşın sebep olduğunu söyledi. Ancak Boğdanov, Sergey Lavrov’dan iki yaş küçük. Soru işaretleri şunlar: Boğdanov, İsrail’de beş yıl büyükelçilik yaptı. Esad rejimi çöktükten sonra Putin, Suriye’nin çöküşünü inceleyeceğini söyledi. Boğdanov, Suriye krizinin başından beri “Esad değiştirilmeli, Esad gitmeli” çözümünü öneriyordu. Putin’in açıklaması da İsrail’in Suriye’deki olaylardan en büyük faydayı sağlayan taraf olduğunu vurguluyor. Tüm bu unsurların arasında bağlantı var mı bilinmiyor ama sorular soruluyor.

İkinci rapor, İsrail’in İran’a karşı savaşının ekonomik maliyeti üzerine: İsrail’in her gece İran’a saldırmasının maliyeti 295 milyon dolardı. Gündüz ise hava operasyonlarıyla ek maliyet oluşuyor. Günlük maliyet, 24 saat için yaklaşık 1 milyar dolar. 12 günlük savaşın toplam maliyeti ise 12 milyar dolar. Kayıplar ise 100 milyar dolar civarında. Bu, İsrail’in kuruluşundan beri yaşadığı en yüksek maliyetli savaş.

Üçüncü rapor Şin Bet’e ait: Raporad göre İsrail ordusu Gazze’de çöküşte. Operasyonların büyüklüğü ve türü, tugaylar ve taburların dağıldığına, savaşma ruhunun azaldığına işaret ediyor. Gönüllü çağrılarına ve yedek asker çağrılarına yanıt azaldı; kırmızı çizgi aşıldı. Tugay ve taburlardaki profesyonel personelin yüzde 40’ından fazlası eksik. Bu tank mürettebatları, tank komutanları gibi uzman ekipleri kapsıyor.

Son rapor ise Washington’dan: ABD Başkanı’na Katar, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri tarafından iletilen bir mesaj var. Mesajı Katar teslim etti. Mesajda, savaşın tekrar başlamaması isteniyor. Yeniden savaş çıkarsa, vaat edilen 5 trilyon dolarlık destek geri çekilecek. Ülkelerin bütçeleri petrol ve gaz satışlarına bağlı. Savaş çıkarsa, petrol ve gaz kaynakları zarar görecek, enerji santralleri ve su arıtma tesisleri vurulacak. Bu, İran’dan gelen bir uyarı. Savaş çıkması halinde altyapının hedef alınacağı bildiriliyor.

Kudüs Haber Ajansı - KHA

Yorumlar
Adınız
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.