7 Ekim 2023'te "Aksa Tufanı" operasyonunun başlamasından, 13 Haziran 2025'te İran ile doğrudan askeri çatışmanın patlak vermesine kadar geçen süreçte İsrail, zaman bakımından benzeri görülmemiş, coğrafi olarak ise oldukça geniş kapsamlı çok cepheli bir savaşa sürüklendi.
Askerî operasyonlar Gazze Şeridi ve Güney Lübnan’dan başlayıp Yemen üzerinden İran’ın iç bölgelerine kadar uzandı. Bu süreç, İsrail’in askerî, güvenlik ve siyasi kurumlarının kapasitesine yönelik kapsamlı bir sınav niteliği taşıdı.
Söz konusu çatışmalar, sahada operasyonel başarılar elde eden İsrail’in, stratejik düzeyde kalıcı kazanımlar sağlayamaması gibi temel bir çelişkiyi de gün yüzüne çıkardı.
Birçok cephede hassas suikastlar ve askerî-lojistik tesislerin hedef alındığı nitelikli operasyonlar gerçekleştirilmiş olsa da, Siyonist liderlik, önceden ilan ettiği siyasi ve güvenlik hedeflerine ulaşmayı başaramadı. Bu durum, askerî performans ile stratejik çıktılar arasında yapısal bir boşluk olduğunu gösteriyor.
İsrail, alışık olmadığı uzun soluklu bir savaşın ortasında buldu kendini. Bu savaş, güvenlik doktrinini sarstı; 1973 Ekim Savaşı’ndan bu yana karşılaşmadığı ölçekte çok cepheli bir çatışma ortamı ortaya çıktı. Kullanılan yöntemler ve araçlar ise askerî ve güvenlik sistemini zayıflattı, teçhizat ve insan gücünde ağır kayıplara, ordusunun itibarı, ekonomisi, diplomasisi ve kırılgan toplumsal birliği üzerinde ciddi hasarlara yol açtı.
Bu konuda, "ufeed" adlı Birlik Araştırma ve Geliştirme Merkezi tarafından yayımlanan “Operasyonel Başarılar ve Savaşların Başarısızlığı: İsrail’in Çeşitli Cephelerdeki Savaş Sonuçlarının Değerlendirmesi” başlıklı çalışmadan da faydalanılmıştır.
Operasyonel Üstünlüğe Rağmen Gazze'de Stratejik Etkinliğin Aşınması
İsrailli araştırmacı Zeev Maoz, İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşını, ülke tarihindeki "en büyük yenilgi", hatta "en utanç verici" yenilgi olarak nitelendirdi. Bu tanım, 7 Ekim 2023 felaketi hesaba katılmasa bile, savaşın ilan edilen hedeflerine ulaşılamaması konusundaki derin içsel farkındalığı yansıtıyor. İsrail, Gazze'ye yönelik saldırısında beş ana hedefi gerçekleştirmeyi amaçlıyordu: Hamas’ı yönetici bir güç olarak ortadan kaldırmak, askeri altyapısını yok etmek, çöken caydırıcılığını yeniden tesis etmek, tüm İsrailli esirleri serbest bırakmak ve Gazze’de alternatif bir yönetim formülü dayatmak.
Bazı önemli operasyonel başarılar kaydedilmiş olsa da — önde gelen bazı liderlerin suikasta uğraması, bazı tünellerin imha edilmesi, koordineli hava ve kara operasyonları, roketlerin engellenmesi ve bazı esirlerin kurtarılması gibi — bu başarılar somut bir stratejik kazanıma dönüşemedi. Yaklaşık iki yıl süren çatışmalar boyunca İsrail, askeri ve siyasi itibarını yeniden kazanmakta başarısız oldu; tüm esirleri serbest bırakamadı; buna karşılık Filistin direnişi, Gazze içerisinden nitelikli operasyonlarını sürdürerek direnme ve inisiyatif alma kapasitesini koruduğunu ve yenilediğini gösterdi.
Kassam Tugayları, askeri kanadının bir kısmını yeniden yapılandırmayı başardı ve işgal güçlerinin yeteneklerini zayıflatan, onları karmaşık ve yoğun nüfuslu bir ortamda açık uçlu bir yıpratma savaşına sokan ileri düzey savaş taktiklerini benimsedi. Bu ortam, İsrail’in teknolojik üstünlüğünün etkinliğinin sınırlarını ortaya koydu ve salt askeri çözümün, ideolojik ve toplumsal kökleri derin bir hareketi ortadan kaldırmakta yetersiz olduğunu kanıtladı.
Siyasi açıdan, İsrail rejimi direnişin dayanıklılığını ve Gazze halkının bombardıman ve tehcire karşı gösterdiği direnci yanlış değerlendirdi. Aksine, saldırının şiddeti, halkın Hamas etrafında daha da kenetlenmesine neden oldu ve örgütün iç çözülmesine ya da halk desteğini kaybetmesine dair tüm beklentileri boşa çıkardı.
Operasyonlar devam ettikçe, İsrail güvenlik birimleri “Hamas’ın ölümsüz bir fikir” olduğu ve askeri çatışmalarla örgütün yapısının dağıtılamayacağı veya organizasyonel sisteminin devre dışı bırakılamayacağı gerçeğini daha fazla kabullenmeye başladı. Bu başarısızlıklar, Siyonist liderlik içinde giderek artan bir krizle de eşzamanlı ilerledi: siyasi ve askeri kademeler arasında derin görüş ayrılıkları baş gösterdi, hesaplar çelişti ve savaştan çıkışa dair net bir stratejik vizyon oluşmadı.
Savaş, ulusal hedeflere ulaşmak için bir araç olmaktan çıkarak, Binyamin Netanyahu’nun iktidarda kalma aracına dönüştü. Bu durum, gerçek anlamda kazanım elde edilemeden savaşın uzamasına, askeri kurumun yıpranmasına ve halkın yönetime olan güveninin erozyona uğramasına yol açtı. Daha da kötüsü, devam eden insan ve maddi kayıplar, İsrail’in kontrol kurma ya da Gazze’deki siyasi denklemi değiştirme kapasitesine olan inancı sarstı. İsrail, ne alternatif bir yönetim modeli dayatabildi ne de sürdürülebilir bir siyasi-güvenlik dengesi kurabildi. Bu da askeri gücün düşman bir siyasi ortamı yeniden şekillendirme kapasitesinin sınırlı olduğunu ortaya koydu.
Ayrıca, Siyonist projenin anlam ve geleceği üzerine içerde artan tartışmalar, özellikle dindar kesim arasında askerlik yapma isteğinin düşmesi, İsrail’in en önemli güç direklerinden biri olan “halk ordusu” anlayışının çözülme sinyallerini veriyor. Böylece, görünürdeki askeri üstünlüğe rağmen, Gazze savaşı tersine çevrilmiş bir dengeyi pekiştirmiş oldu: sınırlı operasyonel başarılar karşısında stratejik bir başarısızlık.
Kuzey Cephesi: Operasyonel Başarılara Rağmen Başarısızlıklar
İsrail, Hizbullah ile kuzey cephesinde yaşadığı çatışmaya, caydırıcılık dengelerini ve tehdit ortamını köklü biçimde değiştirme hedefiyle girdi. Bu kapsamda, partiyi (Hizbullah’ı) sınırdan uzaklaştırmak, askeri kapasitesini yok etmek, kuzeyi bir yıpratma cephesi hâline getirmesini engellemek, yerleşimcilerin dönüşünü sağlamak ve bir güvenli tampon bölge kurmak gibi bir dizi operasyonel ve siyasi hedef belirledi.
Operasyonel düzeyde, İsrail ordusu bazı taktiksel başarılar elde etti. En dikkat çekici olanlar arasında, Hizbullah’ın önde gelen isimlerini hedef alan bir dizi suikastın gerçekleştirilmesi yer aldı; bu suikastlar arasında genel sekreter Seyyid Hasan Nasrallah’ın öldürülmesi de vardı. Bu durum, sahadaki komuta yapısında geçici bir aksaklığa yol açtı. Ayrıca, İsrail istihbaratı, direnişin hassas stratejik noktalarını tespit etmeyi başardı ve bu da hava saldırılarının etkinliğini artırdı.
Buna ek olarak, ordu bazı fırlatma tesislerini ve komuta merkezlerini imha etmede ilerleme kaydetti, iletişim sistemine sınırlı bir sızma gerçekleştirdi ve özellikle Suriye'den gelen bazı ikmal hatlarını kesti. Ancak bu operasyonel performansa rağmen, çatışmanın stratejik sonucu ilan edilen hedeflerin gerisinde kaldı. Hizbullah savaş kabiliyetini korudu, yoğun ve tekrarlayan saldırılar gerçekleştirmeye devam etti. Bu durum, aldığı darbeleri absorbe etme ve yapısını hızla onarma kapasitesini gösterdi – hatta önemli liderlerini kaybettikten sonra bile. Dahası, İsrail’in kara harekâtlarını püskürtmeyi başardı ve bazı birlikleri güney bölgelerinden geri çekilmeye zorladı. Bu da, kara operasyonlarıyla yeni bir fiilî durum yaratma hedefinin başarısız olduğunu ortaya koydu. İsrail'in, suikastlarla Hizbullah'ın örgütsel yapısını felç etme beklentileri de boşa çıktı. Zira Hizbullah, aldığı darbeleri hazmetme ve saha komutasını yeniden organize etme konusunda yüksek bir yetenek sergiledi; uzun vadeli bir çatışma yönetimi vizyonu çerçevesinde hareket etti.
Sembolik ve moral düzeyde ise Hizbullah önemli üstünlükler elde etti. Güney Lübnan halkının köylerine zafer kutlamalarıyla geri dönmesi, buna karşılık kuzey İsrail'deki yerleşimcilerin hâlâ belirsiz bir gelecek karşısında göç halinde olması, bu üstünlüklerden biriydi. Bu zıtlığın görüntüleri geniş çapta yayıldı ve hükümet ile orduya olan iç güvenin aşınmasına yol açtı. Bu durum, özellikle sınır bölgelerindeki İsrail kamuoyunda derin bir hayal kırıklığına neden oldu.
Sonuç olarak, kuzey cephesindeki çatışma, esnek bir yapıya ve yüksek savaş doktrinine sahip bir örgütle mücadelede İsrail'in etkinlik sınırlarını gözler önüne serdi. Operasyonel başarılar stratejik bir dönüşüme dönüşemedi. Böylece kuzey, İsrail’in askerî operasyonlar ile uzun vadeli siyasi ve güvenlik hedefleri arasında bağlantı kurma konusunda başarısız olduğu yeni bir cepheye dönüştü.
İran: Üstünlüğün Sınırları ve Kesin Sonuç Alma Başarısızlığı
İsrail’in İran’a yönelik güçlü saldırısına rağmen, ki bu saldırı nükleer programı felç etmek ve Devrim Muhafızları komutasını çökertmeyi amaçlıyordu, savaşın ilk günlerindeki operasyonel üstünlüğün yeni bir stratejik denklem dayatmada başarılı olamadığı kısa sürede ortaya çıktı. İsrail, kendisine oldukça iddialı hedefler koymuştu; başta Natanz, Fordo ve İsfahan’daki altyapıyı yok etmek, İran’ın askeri kapasitesini zayıflatmak, Devrim Muhafızları liderlerini suikastle ortadan kaldırmak, İran’ın müttefik ağlarına darbe vurmak ve Washington’un doğrudan müdahalesi olmadan tek başına hareket edebilme yeteneğini kanıtlamak.
Operasyonel düzeyde, düşman odaklanmış saldırılar düzenleyerek çok sayıda askeri lideri ve nükleer bilim insanını öldürdü, önemli nükleer tesislere hedef aldı ve İran’ın güvenlik sistemlerine daha önce benzeri görülmemiş şekilde sızmayı başardı. Amerikan lojistik ve istihbarat iş birliğiyle Fordo tesisine saldırılar yapıldı ve İran’ın hava savunma sistemlerinin bazı bölümlerinin devre dışı bırakıldığı konuşuldu; bu gelişmeler İsrail’in gelişmiş saldırı kapasitesini gözler önüne serdi.
Ancak bu taktiksel başarılar stratejik hedeflere ulaşmada yeterli olmadı. İran’ın nükleer programı, tesislerin sağlamlaştırılması ve coğrafi dağılımı sayesinde özünü korudu ve saldırıda planlananın aksine yıllarca devre dışı kalması engellendi. Bazı liderlerin suikastle öldürülmesi, İran komuta yapısında felç etkisi yaratmadı; bilakis, olağanüstü bir dayanıklılık ve esneklik sergileyerek, en yüksek liderin bizzat denetiminde etkili bir karşılık mekanizması ortaya koydu. Bu durum, rejimin karar alma kurumlarının gücünü ve iradesini açıkça gözler önüne serdi.
İran’ın cevabı çok hızlı ve düzenliydi, böylece inisiyatif yeniden İran’ın eline geçti. İran’ın karşı saldırısı adeta bir dönüm noktası oldu; İsrail’in alıştığı “güvenli saldırı” yanılsamasını yıktı ve onu yeni bir caydırıcılık denklemine soktu. Yüzlerce füze ve binlerce insansız hava aracının İsrail derinliklerini hedef alması, hava savunma sistemlerinin ne kadar zayıf olduğunu ortaya koydu ve savaşı İsrail’in tek taraflı üstünlüğünü sarsan daha önce hiç görülmemiş bir seviyeye taşıdı.
Siyaset ve strateji açısından İsrail uzun vadeli hedeflerine ulaşamadı. Zamanla hedefleri küçüldü; nükleer projeyi yok etmekten caydırıcılık sağlamaya, oradan da sadece manevi bir yenilgiyi önlemeye geriledi. Bu durum, İsrail liderliğinin sağlam bir siyasi plan ve gerçekçi bir çıkış stratejisinden yoksun olduğunu gösteriyor. Ayrıca İran rejimini yıkmakta da başarısız oldu. İran ise sadece iç birliğini korumakla kalmadı, siyasi muhalifleri bile ulusal egemenliği savunmak için bir araya geldi.
İstihbarat hataları da bu başarısızlıkta önemli rol oynadı. İsrail, İran rejiminin yapısını basitçe değerlendirerek karşı saldırının boyutunu ve sınırlarını doğru tahmin edemedi. Savaşı uluslararası destek almadan başlatması da İsrail üzerinde baskıyı artırdı. ABD, tırmanmayı durdurmak ve ateşkes sağlamak için müdahale etmek zorunda kaldı; bu da İsrail’in gurur duyduğu “stratejik bağımsızlık” anlayışını zayıflattı.
Savaşın sonunda ortaya çıkan temel sorun ise şu oldu: İsrail, operasyonel üstünlüğünü kalıcı stratejik kazanımlara dönüştüremedi. İran’ın saldırılarıyla ortaya çıkan stratejik zaafiyet, artan göçler ve içeride yayılan korku, askeri üstünlüğün siyasi başarıya dönüşmediğini; aksine caydırıcılık krizini derinleştirdiğini ve iç cephedeki kırılganlığı gözler önüne serdi. Böylece İran ile yaşanan savaş, İsrail’in karmaşık ortamlardaki sınırlarını gösteren bir örnek oldu ve askeri zaferlerin mutlaka güç dengelerini köklü şekilde değiştirmediğini ortaya koydu; özellikle rakip, sağlam yapılı, darbeleri emebilen ve karşılık verme gücüne sahip bir devletse.
Taktik Başarı ile Stratejik Başarısızlık Arasında
İsrail’in çok cepheli savaş sırasında geçici olarak elde ettiği belirgin taktik başarılar, askeri, istihbarat ve teknolojik üstünlüğüne dayanıyordu. Ancak bu üstünlük kalıcı stratejik kazanımlara dönüşmedi. İsrail, gelişmiş hava savunma sistemleri, yapay zekâ destekli hassas hedefleme sistemleri, yüksek operasyonel koordinasyon ile Batı’dan aldığı lojistik ve siyasi destek sayesinde yoğun hava saldırıları, etkili suikastlar ve direniş güçlerine sürekli baskı uygulama imkânı buldu.
Buna rağmen, stratejik açıdan İsrail’in karşı tarafların kabiliyetlerini yeterince doğru değerlendiremediği ortaya çıktı. Hamas, Hizbullah ve İran’a yönelik suikast ve hava saldırıları, bu güçlerin yapısal bir şekilde etkisiz hale getirilmesini veya dayanma ve karşılık verme kapasitelerinin ortadan kaldırılmasını sağlayamadı.
Bu başarısızlık, operasyonların ötesinde net stratejik hedeflerin ve siyasi vizyonun olmamasından da kaynaklandı. Bu durum, çatışmanın nasıl sonuçlanacağına dair belirsizliğe ve sürekli bir çatışma döngüsüne yol açtı.
Savaş aynı zamanda İsrail’in iç cephesindeki kırılganlığı da gözler önüne serdi. Halkın yönetim kadrolarına olan güveni azaldı, siyasi ve askeri kurumlar arasında bölünmeler derinleşti, tersine göç vakaları arttı; bu da toplumun ve güvenlik yapısının çatırdadığını gösterdi. Çok cepheli savaş, kaynakların tükenmesine ve dikkatin dağılmasına yol açarak, çatışmayı uzun soluklu ve sonuçsuz bir yıpranma haline dönüştürdü.
Uluslararası alanda ise İsrail’in sivillere yönelik güç kullanımı nedeniyle meşruiyeti azaldı. Bu durum dış ittifaklarını etkiledi ve siyasi destek zayıfladı. Aynı zamanda, stratejik karar alma süreçlerinde dar siyasi hesapların milli güvenlik çıkarlarının önüne geçmesiyle, “stratejik yönelim eksikliği” devam etti ve savaş sonrası döneme dair net bir vizyon oluşmadı.
Sonuç olarak, çok cepheli savaşın sonuçları İsrail’in derin bir stratejik başarısızlık yaşadığını gösteriyor. Askeri ve teknolojik üstünlüğü somut siyasi ya da güvenlik kazanımlarına çeviremedi. Savaşın hedeflerini ve sonucunu net biçimde belirleyen bir siyasi vizyon eksikliği, İsrail’i operasyonların ötesini öngöremeyen bir konuma düşürdü. Bu başarısızlık sadece direnişin gücünden değil; istihbarat hataları, karar alma karmaşası, iç cephedeki kırılganlık ve caydırıcılık imajının hem bölgesel hem de uluslararası düzeyde aşınmasından kaynaklandı.
Buna karşılık, direniş güçleri zamanı lehlerine kullanmayı başardı. Savaşın uzun sürmesiyle birlikte kendi saflarını yeniden organize etti, yeni caydırıcılık dengeleri kurdu ve bölgesel etkisini genişletti. İsrail hızlı bir zafer elde etmek yerine, askeri ve siyasi olarak yıpranma ve sıkışma içine girdi; temel soruya yanıt veremedi: “Savaş sonrası ne olacak?”
Kudüs Haber Ajansı - KHA