Silah bırakmak ve silah gücünü korumak arasındaki iki uç noktada Hizbullah’ın seçenekleri, son derece sınırlı, son derece külfetli ve son derece zor görünüyor. Silah bırakırsa eski Hizbullah kalmayacak; kuruluş amacı olan vatanı koruma, düşmanı caydırma ve işgal edilmiş bölgeleri özgürlüğüne kavuşturma rolü ortadan kalkacak. Varlığı ve devamlılığı için yeni bir formül, çalışmaları ve eylemleri için yeni araçlar ve bu yeni rolün kapsamı ve sınırları için de daha dar bir yerel kapsam aramak zorunda kalacak.
Hizbullah, değerlendirmelerini yapıp en ciddi kararlarını almaya hazırlanırken, diğer alternatiflerin asla kolay olmayacağının ve beklenmedik sürprizler içerebileceğinin farkında. Öyle ki Hizbullah’ın bazı hasımlarının ve hatta bazı yandaşlarının tabiriyle çıkacağı yeni yola kıyasla “destek cephesi macerası” kısa bir yürüyüş gibi kalacak.
Hizbullah, etrafındaki stratejik bölgesel ve uluslararası çevrenin -en önemlisi de İsrail’in- artık eskisi gibi kalmadığının tamamen farkında. Hazar Denizi’nden Doğu Akdeniz’e uzanan bir ikmal ve destek hattı yok, Suriye veya Suriye üzerinden transit bir para ve silah geçişi yok. En büyük destekçisi İran, yaralarını sarmakta ve seçeneklerini belirlemekte; Gazze kuşatma, imha ve temizlik denizinde boğulmakta ve Irak’taki müttefikleri içeriden ve dışarıdan çelik bir kıskacın çeneleri arasında.
Lübnan İslami Direnişi Hizbullah ayrıca “Gazze’deki ve Gazze’ye karşı” yürütülen savaşın İsrail toplumu içinde meydana getirdiği derin, yatay ve dikey bölünmeler karşısında hem hükümet hem de muhalefet olarak, siyasi ve askeri alanda, Lübnan’a yönelik bir savaş başlatılması ve gerekirse önceki savaşın sürdürülmesi konusunda bir fikir birliği olduğunun da farkında. Bu bağlamda şunu söyleyebiliriz ki tıpkı İran’a karşı yapılacak bir savaş gibi Lübnan’a karşı gerçekleştirilecek bir savaş, İsraillileri bölmek yerine birleştirecek ve Netanyahu’nun konumunu Gazze’deki gibi dağıtmak yerine güçlendirecektir.
Hizbullah yine bilmektedir ki Lübnan’ın bunca dostu, kendi dostu da olmak zorunda değildir. Bunların çoğu, Hizbullah’ın düşmanıdır ve Hizbullah’ın direniş ve siyaset arenasından çekilmesini; Arap-Amerikan ve dolayısıyla İsrail arasındaki yakınlaşmanın Lübnan’daki düzeyinin Gazze’dekinden çok daha yüksek olmasını istemektedir. 2006’da açgözlü, pusuda bekleyen bir düşmana Hizbullah’ın “bahane” verdiği iddiasıyla işgalci ve saldıran tarafa bedava ve toplu olarak “masumiyet belgeleri” sunulduğuna şahit olduğumuz gibi gelecekteki herhangi bir çatışmada da İsrail’i aynı şekilde temize çıkarmaya çalıştıklarını göreceğiz. Evet, Hizbullah silahını ve rolünü kurtarmaya çalışıyorsa, bölgesel ortam bunun için hiç de elverişli değil.
Çevredeki bölgesel ortamın tanık olduğu radikal gelişmelerin en belirgin ve belki de en tehlikelisi, 8 Aralık’ta Suriye’de yaşananlardı. Şam sadece Direniş Ekseni’nden ayrılmadı, aksine bütünüyle ve ayrıntılarıyla başka bir eksene geçti ve bu, göz ardı edilebilecek veya görmezden gelinebilecek bir tali mevzu değildi. Hizbullah’a karşı cephelerin, yenilenen saldırılar sırasında veya sonrasında, eş zamanlı veya ardışık olarak açılacağını haber veren bir gelişmeydi bu. Nitekim Suriye’de değişimin yaşanmasının ardından Lübnan İslami Direnişi ile “İsrail” arasındaki ateşkesin üzerinden sadece on bir gün geçmesine rağmen böylesi bir durum yaşandı. Her halükârda Suriye sınırından gelen haberler, Hizbullah için sevindirici görünmemektedir.
Esad rejiminin düşüşünden bugüne kadar Suriye’de art arda yaşanan gelişmeler, Suriye’nin coğrafi alanıyla sınırlı kalmadı ve kalmayacak; hızla Lübnan içlerine doğru ilerledi ve ilerleyecek. Ortaya çıkan Suriye faktörü nedeniyle kimseden gizlenmeyen mezhepsel bir güçlenme var ve bunu, Selefilik’e daha yakın ekollerin lehine Sünni mezhep içindeki güç dengelerinin, sahneden çekilen ve büyük ölçüde “siyasi Haririlik” tarafından temsil edilen “rasyonel” siyasi Sünniliğin aleyhine gerçekleşen değişimde gördük; öyle ki “merkez” neredeyse boşalmış durumda. Yine Şam’a yapılan tarihi ziyaretin ardından “fetva makamları” bağlamında siyasi tonun yükseldiğini, siyasi ve dini otoritelerin, güç dengesinin tersine dönmesi, güç dengesi ve dinamiklerinin değişmesi yönündeki “umutlarını” ifade ettikleri açıklamalarda söz konusu üst perde ortada. “Taviz”, yani Lübnan’ın Suriye’ye taviz vermesine dair söylemler, sadece her iki taraftan da “uçuk” insanların ortaya attığı bir “fantezi” değil; daha ziyade, bu konuda kendi çıkarları ve hesapları olan, etkili bölgesel ve uluslararası başkentlerdeki neredeyse baskın bir ruh halinin yansıması.
Yeni Şam’ın Hizbullah’a karşı kimsenin kışkırtmasına veya harekete geçirmesine ihtiyacı yok. Aksine mevzubahis yeni yönetim, başkalarını da kışkırtmaktadır ve Arap, Batılı ve İsraillilerden oluşan bir grubu tek bir potada bir araya getiren “ortak düşman” kavramının patenti kendisindedir. Öyle ki yolları çok ve araçları çeşitli olsa da ve bu müttefikler tek başlarına yürüseler de okları ve vuruşları aynı hedefe doğru yönelmeye devam edecektir. Bu, bazılarımız hoşlansa da hoşlanmasa da “yeni bölgenin” gerçeklerinden biridir.
Lübnan’daki Hristiyan faktörünün “uyanıklığına” güvenmek de akıllıca değildir. Hizbullah’a ve karar mercilerine karşı yoğun düşmanlıkları yüzünden kör olan bazıları; Türk, Suudi ve Katar yönlendirmeli ve belki de Amerikan desteğindeki “disiplinli bir Selefilik” üzerine bahis oynamayı düşünebilir. Bu noktada büyüklüğünü ve etkisini henüz bilmediğimiz sadece bir grup Hristiyan’ın farklı düşünmesi olasıdır. St. Elias Kilisesi’nin bombalanması bu grup içindeki bazı kişilerde endişe meydana getirmiş olabilir; ancak bu endişenin pozisyonlarda, önceliklerde veya ittifaklarda bir değişime yol açması pek olası değildir. Zira bu gruplar için bölgesel ve uluslararası güçlerin riskleri, Suriye durumunun sonuçlarından kaynaklanan korkulardan çok daha büyüktür.
Tepkisiz Esneklik
Hizbullah, 27 Kasım sonrası dönemin taleplerine yanıt vermede büyük esneklik gösterdi. Üçlü başkanlık, UNIFIL ve Amerikan-Avrupa-İsrail istihbarat kaynakları tarafından da doğrulandığı üzere neredeyse güneyde ne silah ne de savaşçı var. Fakat Hizbullah yaptıkları için ödüllendirilmeyecek. Aksine daha fazlasını yapması bekleniyor ve burada daha fazlası tek bir anlama geliyor: Litani Nehri’nin güneyindeki deneyimin, “silahların, savaş ve barış kararının münhasırlığı” sloganı altında tüm Lübnan topraklarına genelleştirilmesi.
Hizbullah’ın esnekliği Lübnan makamlarında benzer bir karşılık bulmadı. “Savunma stratejisini” görüşmek üzere hiçbir diyalog masası toplanmadı ve Lübnan’ın “direnişin silahları” da dahil olmak üzere kalan güç unsurlarını elinde tutması fikri kabul görmedi. Daha da önemlisi, Hizbullah’ın “silahsızlık eşiğini aşmaya karar vermesi durumunda” kendisine sonrasına dair hiçbir şey hakkında hiçbir garanti veya ayrıntı verilmedi. Bu bağlamda ortaya konan şeyler, yazıldığı mürekkebe değmeyen yumuşak ifadelerden ve gösterişli vaatlerden ibaret.
Hizbullah’ı, liderlerini, kadrolarını ve savaşçılarını kim koruyacak? İsrail saldırganlığını kim durduracak ve saldırıların devam etmemesi için Amerika’nın “yeşil ışığını” kim geçersiz kılacak? Hizbullah’ın ve çevresinin hedef alınmasının -silahlarını teslim ettikten sonra duracağını- kim garanti edecek? Lübnan İslami Direnişi’ni ve onun mali, hizmet, sosyal ve eğitim kurumlarını takip eden yaptırım sistemi ne olacak? Evleri yıkılanlara yeniden inşa ve tazminatı kim garanti edecek? Hizbullah için değil de Lübnan için refah ve gelişme vaatlerinin ve Donald Trump’ın vaat ettiği “parlak geleceğin” hayata geçirilmesini kim garanti edecek? Lübnan’ı, nüfusunun ve bileşenlerinin yarısından fazlasına karşı “sıfıra indirgemeci” ideolojik düşmanlık besleyen aşırılıkçı güçlerin “tecavüzlerinden” kim koruyacak? Ki bu senaryonun bazı bölümleri Suriye’de (sahilde, Süveyda’da ve Ceramana’da…) kendini gösterdi… Söz konusu senaryonun, Lübnan’da daha kanlı ve tehlikeli bir biçim almayacağını kim garanti edecek?
Bu noktada Lübnan İslami Direnişi’ne sadece “silahları” hakkında konuşmak için değil, aynı zamanda tehditleri ve tehlikeleri tanımlayan ve bu tehdit ve tehlikelerle yüzleşmenin ve bunları engellemenin yollarını belirleyen bir “ulusal savunma stratejisi” talep etmek için tek bir gerekçe vermemek adına gevezelerin cevap vermekten kaçınacağı daha nice nice soru dillendirilebilir. Sanki Lübnan’ın eşi benzeri görülmemiş kuraklık ve kirlilikle boğuşan nehirleri, “Hizbullah, silahlarını Lübnan ordusunun depolarına bıraktığı anda” süt ve bal akıtacakmış gibi bu insanların “sinir uçlarını ve düşüncelerini” meşgul eden tek şey Hizbullah’ın silahıdır.
Hizbullah ile Lübnan Cumhurbaşkanlığı arasındaki açık “arka kanalın” sağladığı fırsat penceresini övmüştük. Gel gör ki bu kanal da artan iç baskılar ve dış şantajlar sonucunda tehdit altında görünüyor. Gerçekten talihsiz olan ise “ilerlemeciler” kampının bir parçası olarak kabul edilenlerden bazılarının artık işgalci Siyonist ordunun sözcüsü Avichay Adraee’nin sopasını göstermekten çekinmemesi. Sanki bu kişi ve hükümeti Lübnan içinde tutulan safın bir parçası. Lübnan sahnesi giderek daha karmaşık hale geliyor ve bununla birlikte İslami Direniş’in önünde kalan seçeneklerin zorluğu da artıyor.
Hizbullah, seçenekleri ve alternatifleri ele alırken savaşın daha derin, daha sert ve daha şiddetli bir şekilde yeniden başlatılması senaryosunun değerlendirmeden çekilmediğini, bilakis Lübnan’ın Tom Barrack kartına vereceği yanıtın Amerika’nın arzu ettiği şeyle uyuşmaması durumunda (ki bu çoğu İsraillinin içten içe coşkuyla beklediği şeydir) böylesi bir savaşın olası göründüğünü hesaba katmalıdır. Bu da diğer şeylerin yanı sıra “kademeli tırmanış” ve “mesaj” gönderme taktiğinin bugün artık eskisi kadar geçerli olmadığı anlamına gelmektedir. Hizbullah, caydırıcılık dengesini yeniden sağlayamaz ve İsrail’in iç cephesini dayanılmaz bir cehenneme çeviremezse, bir sonraki turdaki sonuçların onun lehine olacağını düşünmüyorum.
Netanyahu ve özellikle Trump, bu kez sahnede ve dengelerde bir devrim meydana getirecek kısa bir savaşla ilgilenecek. Gerek içeride gerekse bölgesel ve uluslararası alanda oynayacakları kumar için gerekli hazırlıklara sahipler. Ne Gazze’deki “iki yıllık savaş senaryosu” yeniden ele alınabilir ne de “destek cephesi senaryosuna” bir daha geri dönülmesi olası. Önümüzdeki savaşın, Lübnan İslami Direnişi’nin çevresini ve askeri ve stratejik varlıklarını hedef alan yerel, Arap ve uluslararası örtüyle desteklenen ve her zaman “Hizbullah’ı uyardık ama o dinlemedi” iddiasıyla kesintisiz bir dizi hava sortisi ve yoğun füze saldırısı şeklinde gerçekleşeceğini tahmin ediyorum.
Hizbullah, bu “savaşa dönüş” senaryosunu, yüksek maliyeti ve Lübnan’da ve bölgedeki destekçilerinde yaşadığı olumsuz gelişmelere rağmen göz ardı edemez. Bununla birlikte gözlemcilere göre Lübnan İslami Direnişi, “elverişli şartlarla anlaşmadan” ziyade “Samson seçeneğine/İsrail’in tehlikede olması durumunda nükleer kullanma seçeneğine” daha yakın olacak. Elbette son tahlilde verilecek yanıt, neye sahip olduğunu ve neyi yapıp neyi yapamayacağını en iyi bilen Hizbullah’a kalacak.
Hiç kimse Hizbullah’ın, 4.000’i aşan İsrail’in anlaşma ihlalleri konusundaki tutanaklarını veya Litani’nin güneyindeki ateşkes hükümlerine olan bağlılığının ciddiyetini umursamıyor. Hiç kimse imzalanan anlaşmaları, uluslararası hukuku veya hak ve ahlak fikrini dikkate almıyor. Geçtiğimiz iki yıldaki savaşlar “mantığın gücünü” yok edip “gücün mantığının” statüsünü yükseltti. Lübnan İslami Direnişi Hizbullah’ı silahsızlandırmak, yeniden imar kartını Hizbullah’ın elinden almak, onu mali ve ekonomik olarak boğmaya çalışmak İsrail’in savaş hedeflerinin özünü oluşturuyordu. Henüz gerçekleştirilemeyen bu hedefler, hâlâ diplomatik hedeflerin özünü oluşturmakta. Dolayısıyla savaşın tekrar geri dönmesi senaryosunu dışlamak akıllıca değil ve “yaz tatili sezonunun” kaybına göz yaşı dökmemizi bekleyenler için ortada hiçbir teselli yok.
Kudüs Haber Ajansı - KHA