Kudüs Haber Ajansı - KHA | kudushaber.com.tr

Bügün ve Dünün Farkları: Viyana'dan Maskat'a İran Nükleeri

Urayb er-Rantavi tarafındna almayadeen.net adlı internet sitesinde kaleme alınan “VİYANA’DAN MASKAT’A İRAN NÜKLEERİ... BUGÜN DÜN GİBİ DEĞİL…” başlıklı yazıyı siz kıymetli okuyucularımız için çevirdik. 

23 Nisan 2025
Bügün ve Dünün Farkları: Viyana'dan Maskat'a İran Nükleeri

İran’ın nükleer çalışmaları konusunda Maskat’taki müzakereler, on yıl önce anlaşmayla sonuçlanan Viyana müzakerelerine benzemeyecek. O dönemde uluslararası ilişkilerde henüz “5+1 mekanizması” ile ifade edilen bir istikrar ve denge kalıntısı vardı. Bugün müzakereler Umman arabuluculuğuyla ikili bir boyut kazanıyor. O zamanlar uluslararası sisteme, hukuka, BM sistemine karşı hâlâ biraz da olsa saygı mevzubahisti. Bugün bu değerler rüzgarların önünde savrulmuş nesneler gibi. Artık hegemonya, kibir ve büyüklenme eğilimleri uluslararası ilişkilerin bir özelliği haline geldi. Washington, bunlar aracılığıyla, son on yılda yeni uluslararası ve bölgesel kutupların ve blokların ortaya çıkmasıyla ciddi sarsıntılara maruz kalan “tek kutup” pozisyonundan ayrılmasını ertelemeyi amaçlıyor. Burada doğrudan veya dolaylı bir müzakere biçiminden bahsetmiyorum; çünkü bunun, savaş alanı olmayan bir mücadele olduğunu düşünüyorum.

O dönemde İran, bölgesel gücünün zirvesindeydi. Ekseni veya “hilali” Hazar Denizi’nden doğu Akdeniz’e kadar uzanıyordu. Müttefikleri, ülkelerinde güçlerinin zirvesindeydiler ve bazılarının üstlendiği roller bulunduğu coğrafyayı aşmış, sınır ötesi hale gelmişti. Rusya Akdeniz’in sıcak sularına ayak basmış ve henüz Ukrayna’da Batı ile yıpratma savaşına girmemişti. Amerika’da ise Obama, İran sorununa “siyasi çözüm” fikrini önceliklerinin en başına koyan ve küresel cihatçı hareketlerin çoğunun Sünni siyasi ekole mensup olması veya bu ekolün soyundan gelmesi nedeniyle Şii siyasi İslam’ın daha kabul edilebilir ve anlayışlı bir okumasına yakın bir Demokrat yönetimin başındaydı.

Bütün bunlar bugün geride kalmış gibi görünüyor. Obama döneminde Viyana Anlaşması’na giden müzakereler için uygulanan “açık takvim”in aksine, şimdi çok daha sıkışık bir programla karşı karşıyayız. İranlıların stratejik sabrının aksine Trump, rahatsız ve sabrı taktiksel. Süreç de yıllarla değil aylarla ön görülüyor. Tahran’ın söylediği gibi iki aylık süre gerçekçi olmayabilir; ama uzatılması da en iyi ihtimalle birkaç ayı geçmeyecektir.

Daha önce İsrail, hava kuvvetleriyle İran’ın derinliklerine açıkça saldırı düzenlemeye ve sorumluluğu resmen üstlenmeye cesaret edememişti. İran için de durum aynıydı. Bugün ise manzara farklı görünüyor. Her biri diğer tarafın derinliklerini vurmuş, taraflar vekalet savaşları, güvenlik operasyonları, siber operasyonlar ötesine geçerek doğrudan çatışmalara geçmiş durumda. 2024’te askeri saldırılar anlamında yaşananlar 2025’te daha büyük ölçekte ve daha yoğun yaşanabilir. Enver Sedat’ın ifadesiyle “psikolojik bariyer” aşılmış durumda ama bu onun kastettiği gibi bir müzakere bariyeri değil, daha çok ateş ve karşılıklı saldırı bariyeri.

O dönemde Netanyahu, Likud’un başında ve iktidarda olmasına rağmen, faşizm ve dinci Siyonizm İsrail toplumunu, siyasi sınıfını ve derin devletin kurumlarını ele geçirip sarmamıştı. Bugün İsrail, bütünüyle aşırı faşist sağa doğru sürüklenmiş bir halde ve bu aşırı faşist sağın vahşeti dünyada hiçbir ülke veya kuruluşun görmediği sınırlara ulaşmış durumda. İsrail’de, iktidarda ve muhalefette, hem siyasi hem de askeri düzeyde, karşılarındaki bu nadir fırsatı değerlendirip İran nükleer programına saldırmak için hazır bekleyen bir topluluk var. Bu insanlar, kendi kumaşlarından bir Amerikan yönetiminden yeşil ışık bekliyor. Söz konusu yeşil ışığı Obama yönetiminden almaktan ümitlerini kesmişlerdi; şimdi ise ekonomide ve toplumda olduğu kadar siyasette ve savaşta da pervasızlığı ve tereddüt etmeyişiyle tanınan bir yönetimden, mevzubahis yeşil ışığı almaya can atıyorlar.

Geçmişte bazı Araplar, İsrail’in İran’a saldırma konusundaki coşkusunu paylaşıyordu ve bu coşku, birçok Arap yöneticinin, Obama yönetiminin rahatsızlık verici ve zorlayıcı tavırlarından kurtulmasının ardından ilk Trump yönetimi sırasında daha önce görülmemiş bir zirveye ulaşmıştı. Bugün bu kesimlerden bir kısmının İran’la çatışma “iştahını” yitirdiğini ve iç işleri ile alakadar olmaya öncelik verdiğini varsaymak doğrudur. Ne var ki Aksa Tufanı sonrası yaşanan gelişmeler ve Lübnan, Yemen ve Irak’taki destek cepheleri ile İran ekseni ve müttefiklerinin içine düştüğü zaaf ve gerileme hali, Arap ve Arap olmayan geniş bir yelpazedeki kesimlerin bu eksenle mücadeleyi çözme iştahını yeniden canlandırdı. Gazze’de ateşkes olması ve yardım girişi için Hamas’ın silah bırakmasının, Lübnan’da da yeniden imar için Hizbullah’ın silah bırakmasının ve Ensarullah’ın ortadan kaldırılmasının gerekli olduğunu açıkça ifade etmeye başladılar. Yemen krizini çözmenin ve Kızıldeniz, Babu’l-Mandeb ve Afrika Boynuzu üzerindeki kontrolü yeniden ele geçirmek adına kara savaşıyla tehdit etme yolunu tuttular. Bunlar, onların yirmi yıllık gizli (ve kötü niyetli) arzularıydı; ancak bunların açıklanma veya gizlenme durumu, değişen Amerikan yönetimleri, İsrail hükümetleri ve alakalı bölgesel ve uluslararası koşullarla değişti.

Bugün bu insanlar, haklı veya haksız bir şekilde, ellerinde fazladan bir güç hissediyorlar ve mücadeleyi kazanma ve son muharebeyi “son savaşa” dönüştürme fırsatının, bir daha gelmeyebileceğine ve hiçbir koşulda boşa harcanmaması gerektiğine inanıyorlar.

Şu hâlde Maskat’ta, tamamen farklı bölgesel ve uluslararası koşullar altında gerçekleşen müzakerelerle karşı karşıyayız. İran, en iyi koşullarında olmasa da oraya gidiyor. Fakat elinde güç ve kudret kartları da yok değil, aksi takdirde Trump yönetimi, masada her zaman mevcut olan askeri seçenek yerine diplomatik seçeneği sunmak istemezdi. İran, Viyana’da elde ettiğini, Maskat’ta veya önümüzdeki turlarda müzakerelere ev sahipliği yapabilecek diğer başkentlerde elde edemeyebileceğinin farkında. İranlı müzakereci, destekleyici bir Rus tutumu ya da yumuşak bir Avrupa duruşu olmaksızın, kendisini Amerikalı mevkidaşıyla karşı karşıya bulacak. Şimdi bana müzakerelerin nasıl, hangi şartlar, dengeler ve ölçütlerle yürütüldüğünü söyleyin, size nasıl sonuçlanacağını söyleyeyim.

İran, İran nükleer programını ortadan kaldırmak adına “Libya senaryosunu” benimsemeyi tercih eden İsrail pozisyonu ile bu programın en üst düzeyde gözetim, denetim ve kontrole tabi olmasını ve askeri faaliyetlerden uzak tutulması için her türlü garantiyle çevrelenmesini isteyen Amerikan pozisyonu arasında bir orta yola ulaşırsa o zaman en az kayıpla anlaşmadan çıkmayı başarmış olacaktır. Bugün İran ve Direniş Ekseni, puan kazanma pozisyonunda değil, kayıpları azaltma aşamasındadır.

Ayrıca İran, füze programını müzakere masasından çıkarmayı başarırsa, bu program İslam Cumhuriyeti’nin ulusal güvenlik stratejisinin “en önemli unsuru” haline gelmeden önce onlarca yıl süren ve milyarlarca dolar harcanan bir yatırım olması bakımından bu yatırımı kaybetmekten kurtularak bir kazanım daha elde etmiş olacaktır.

“İran’ın istikrarsızlaştırıcı rolü” hikayesine gelince, yani Tahran’ın Yemen, Irak, Lübnan ve Filistin’deki müttefiklerine verdiği destek kastediliyor burada, bunun Maskat müzakerelerinde çok fazla ele alınacağını sanmıyorum. Bunun nedeni, bu güçlerin rollerinin önemsiz olması değil, Aksa Tufanı sonrası dönemin yankılarının bu güçlerin her birini, onları birçok güçlü yanlarından ve yeteneklerinden mahrum bırakabilecek ve rollerini “yerelleşmenin” en düşük seviyelerine indirebilecek yerel ve bölgesel bağlamlara yerleştirmiş olmasıdır.

Lübnan’da hükümet, maliye, ekonomi ve idare düzenindeki çeşitli yapılarda ve Suriye’de yeni yönetimde Hizbullah’a giden arterleri kesme konusunda Washington’dan daha hevesli birileri olduğu müddetçe İran’ın Hizbullah’a verdiği desteği durdurmaya söz verip vermemesinin bir önemi yok. Aynı şekilde, Batı Şeria’da işgalcilerle iş birliği, koordinasyon ve açık rol değişimi içinde Hamas’ı takip eden bir yönetim olduğu ve Gazze Şeridi’nde kendisine karşı bir kuşatma, soykırım ve imha savaşı yürütüldüğü sürece Tahran’ın Hamas’ı desteklemekten geri durması da gerekmiyor. İran’ın Irak’taki gruplarına verdiği desteği kesmesine de lüzum yok; çünkü bu konuyu, çoğunluğu bu grupların çevresiyle bağlantılı olan çok sayıda Iraklı taraf çözüyor ve bu ülkede, artan Amerikan ve Arap nüfuzunun çıkarları doğrultusunda Irak’ı Tahran’dan uzaklaştıran gelişmeler yaşanıyor. Yemen’e gelince, ona karşı doğrudan bir Amerikan savaşı var ve bunun, küçük bir değişiklik ve tadilatla “Suriye senaryosunu” yeniden üretecek şekilde savaşlar ve kara muharebeleriyle sonuçlanmasından endişe ediliyor.

Söylediklerimiz, Maskat’taki müzakere sürecinin, beyaz bayrağın çekilmesiyle sona ereceği anlamına gelmiyor. Böylesi bir durum daha zayıf ve daha az önemli cephelerde, Lübnan ve Gazze’de gerçekleşmedi. Ayrıca bu, işin sonucunun kaçınılmaz olarak bir anlaşmaya çıkacağı manasına da gelmiyor. Zira İran’a askeri saldırı senaryosunu hesaplardan çıkarmak saflık olur.

İran’ın, gerçekleştirdiği İslam devriminin ve bölgedeki müttefiklerinin ve hatta hayati alanının geleceği, Maskat’ta izlenecek yol ve savaş ile diplomasi arasındaki ateşli yarış ışığında belirlenecek. Her iki durumda da bu kavşaktan sonra İran ve tüm bölge, eskisi gibi olmayacak.

Kudüs Haber Ajansı - KHA

Yorumlar
Adınız
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.