Uluslararası yerleşimci rejim, İran’ı yeniden küresel istikbara tabi kılmak, Batı hegemonyasına boyun eğdirmek veya rejimini devirmek için 45 yıldır savaşlarla, kuşatmalarla ve yaptırımlarla İran’ı hedef alıyor.
Tahran, bu duruma ekonomik olarak kendi imkanlarına dayanmak suretiyle ve silahlanma, askeri ve stratejik yetenekler alanında kendi kendine yeterlilikle karşı durdu ve birçok kaynağa, fedakarlığa ve şehitlere mal olan iddialı, barışçıl bir nükleer program kurdu. Tahran’ın barışçıl bir programa bağlılığına ve nükleer üretimini askeri amaçlarla kullanmamasına rağmen Batı ve Siyonist varlık, bu programı bastırma, engelleme ve tasfiye etme girişimlerine devam etti.
İran ve Direniş Ekseni, şimdilerde zor ve acil bir seçimle karşı karşıya. Savunma alanının daralması ve bölgesel müttefiklerine yönelik saldırganlık nedeniyle ulusal güvenliğini korumak için kararlı önlemler almak zorunda. En önemli seçeneği ise nükleer silah geliştirmek için hızla hareket etmek. İsrail saldırganlığı ve Batı’nın suç ortaklığını da içeren son olaylar, bu gerekliliği her zamankinden daha açık hale getirdi.
Geçtiğimiz günlerde Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı Başkanı Rafael Grossi, İran’ın, uranyum zenginleştirmesini nükleer silah üretim seviyesine yakın bir değer olan %60 seviyesinde hızlandırdığını açıkladı. Grossi’ye göre Fordo nükleer santralinin üretimi, önceki oranın 8 katı olan ayda yaklaşık 34 kilogram %60 zenginleştirilmiş uranyuma ulaşacak şekilde hızlandı.
İngiliz düşünür ve akademisyen Dylan Evans’a göre, İran uzun süredir nükleer programının barışçıl olduğunu vurgulamış olsa da hızla değişen jeopolitik manzara, nükleer politikadaki değişimi rasyonel ve kaçınılmaz kılıyor.
Varoluşsal bir zorunluluk
Onlarca yıldır İran, İsrail’den ve onun Batılı destekçilerinden gelen tehditleri caydırmak için bir ittifaklar ve ortaklıklar ağı kurdu: Lübnan’da Hizbullah, Suriye’de Beşşar Esad rejimi, Irak’ta İslami direniş ve Yemen’de Ensarullah. Ancak bu bölgesel strateji, direnişle en az uyumlu müttefik olan Beşşar Esad rejiminin devrilmesiyle büyük zorluklarla karşı karşıya kaldı.
Geçtiğimiz Eylül ayında koordineli bir İsrail saldırısı Hizbullah’ın çağrı cihazlarını ve telsizlerini havaya uçurdu ve bunu, halk tabanının kararlılığına, ön saflardaki mücahitlerinin İsrail’in Lübnan topraklarına saldırılarına karşı koyma ve İsrail’i ateşkesi kabul etmeye zorlamadaki başarısına rağmen Hizbullah’ın savaş yeteneklerinin çoğunu meşgul eden bir hava, kara ve deniz saldırısı izledi. Aynı zamanda uzun süredir Direniş Ekseni’nde önemli bir jeopolitik halka olan Suriye, İran’la hiçbir dostluk bağı olmayan, aksine böylesi bir bağı kurmanın uzun zaman ve büyük çaba gerektireceği silahlı muhalif güçlerin eline geçti.
İran’ın nükleer tesislerine karşı açıkça askeri eylem tehdidinde bulunan nükleer silahlı düşman “İsrail”i caydırma konusunda İran, birincil sorumluluğu taşımaya devam ederken yeni koşulların zorluğu ve Direniş Ekseni’nin önemli bir jeopolitik halka olan Suriye’yi kaybetmesi, stratejik dengeleri bozarak İslam Cumhuriyeti’nin üzerindeki stratejik yükü artırdı. Bu bağlamda nükleer silaha sahip olmak sadece stratejik bir tercih değil, varoluşsal bir zorunluluk haline geldi.
Fırsat alanı dar
Zaman en önemli ve en belirleyici faktör. Başkan Joe Biden, İran’la askeri bir çatışmadan kaçınmaya çalıştı ve Batı’daki küreselleşme kampıyla birlikte Biden yönetimi, İran’ı kuşatmanın ve onu stratejik olarak boğmaya çalışmanın tehlikeli olduğunu değerlendirdi; çünkü bu, İran’ı nükleer çalışmalarını sadece barışçıl bir çerçevede sürdürme kararını sonlandırmaya ve jeopolitik seçeneklerin darlığından ve kırılganlığından kurtulmak ve bölgedeki stratejik dengeyi yeniden tesis etmek için nükleer silahlanma programını başlatmaya itebilirdi. Ancak Biden yönetiminin günleri sayılı.
Önümüzdeki 20 Ocak’ta Beyaz Saray’a dönecek olan Donald Trump, İran’la gerilimi artırma eğilimini, kendi deyimiyle “maksimum baskı” politikasını benimseyeceğini zaten ortaya koymuştu. İlk başkanlığı sırasında nükleer anlaşmadan çekilmiş ve Kudüs Gücü Komutanı Korgeneral Kasım Süleymani’ye suikast emrini vermişti. Görünen o ki Trump muhtemelen İsrail’i İran’ın nükleer tesislerine önleyici saldırılar düzenlemeye teşvik edecek veya ona bu saldırılarda ortaklık olacaktır.
İsrail, böyle bir saldırının olasılığını defalarca ve açıkça tartıştı. İsrailli liderler böylesi bir saldırının İran’ın nükleer programını tamamen ortadan kaldırmayacağının farkında olsa da geçici bir gerilemenin riske değer olduğunu değerlendirebilirler. Ancak İsrail’in saldırısı -gerçekleşmesi halinde- sadece stratejik hedeflerini gerçekleştirmede başarısız olmayacak, aynı zamanda kaosun bölgenin her yerini sarmasına da sebebiyet verecek.
Vakıa İran’ın nükleer tesisleri o kadar güçlü bir şekilde korunuyor ki programın büyük kısmı yer altında bulunuyor. Başarılı bir saldırı, çok büyük ve koordineli bir çaba gerektirecek, önemli ikincil hasarlar içerecek ve yıkıcı radyasyon sızıntısı potansiyeli taşıyacaktır.
İran, Trump’ın göreve başlamasını bekleyemez. Aksine, siyasi ve askeri dinamikler kararlı bir şekilde aleyhine dönmeden önce, hemen harekete geçmelidir.
Nükleer silahlanmanın gerekçeleri
Bazıları, İran’ın nükleer silah arayışının uluslararası kınamaya yol açtığını ve zaten istikrarsız olan bölgede gerilimi tırmandıracağını iddia edecektir. Ancak İran’ın düşmanları diplomasiye pek ilgi göstermedi. ABD ve İsrail her fırsatta İran’ın stratejik durumunu baltalamaya çalışırken, Avrupalı güçler boş söylemden başka bir şey ortaya koymadı.
Nükleer silah, İran’a hiçbir klasik güçle kıyaslanamayacak bir caydırıcılık sağlayacaktır. Küçük bir nükleer silah cephaneliğine sahip olmak, İsrail ve Batılı müttefiklerini, İran İslam Cumhuriyeti’ne ve onun hayati çıkarlarına karşı askeri maceralara girişmeden önce defalarca düşünmeye zorlayacaktır. Dahası nükleer silahlanma, İran’ın güçlü bir konumdan müzakere yapmasına olanak tanıyacak ve rakiplerini rejim değişikliği dayatma hedefinden, ona tamamen eşit davranacakları bir zemine gelmeye zorlayacaktır.
Buradaki tarihi paradoks, İran’ı Kapsamlı Ortak Eylem Planı’ndan, yani başka anlaşmalarda İran’ın balistik füze programına göz diken ve savunma sistemini bozmayı hedefleyen Batı ile gerçek olmayan bir yakınlaşma karşılığında 2015 tarihli nükleer anlaşmasından ve mevzu bahis anlaşmanın uranyum zenginleştirmesini yüzde 3,75 ile sınırlayan ve sıkı bir nükleer denetimi şart koşan kısıtlamalarından kurtaranın Trump’ın ilk yönetimi olmasıdır.
İran 2025’te tek başına ayakta kalabilmeli, caydırmalı ve caydırılmamalı, nükleer veya konvansiyonel şantaja maruz kalmamalı, kuşatılmamalı veya boğulmamalı. Bunu başarmanın tek yolu ise nükleer cephaneliktir.
Yeni bir güç dengesi
Aslında soykırım, etnik temizlik, İsrail’in ve Batı’nın çatışmacı politikaları ve karşı-Arap devrimleri ışığında istikrar mevcut olmadığından bölgeyi istikrarsızlaştırmak şöyle dursun; nükleer silahlarla donanmış İran, Ortadoğu’daki stratejik dengeyi yeniden kurabilir. Zira İsrail’in nükleer tekeliyle desteklenen bölgesel hegemonyası, onlarca yıldır süren dizginsiz saldırganlığı beslemiştir.
Dr. Evans, İran’ın nükleer bombaya sahip olmasının mevcut duruma meydan okuyacağını, daha adil bir güç dinamiği meydana getireceğini ve belki de yeni bir karşılıklı caydırıcılık çağının yolunu açacağını ileri sürüyor.
İran İslam Cumhuriyeti’nin düşmanları, İran’ın bölgede bir hegemonya kurmak için çabaladığını iddia ediyor. Bölgesel ve uluslararası askeri ittifakların dışında, Ortadoğu sorununun ortaya çıkışından bu yana stratejik açıdan endişeli bir bölgede yer alan ve Batı’nın emperyalist genişlemesine karşı “yalnız” bir ülke olarak İran’ın, öncelikli hedefi hegemonya değil, her zaman kendini korumak olmuştur.
Vakıa nükleer silahlara sahip olmak İran’ı saldırgan yapmaz; aksine güvenliğin olmadığı bir bölgede onu güvende kılar. Bu da çabalamaya değer bir şeydir. Tahran’ın kendi kaderini güvence altına almasının, bölgesel ve uluslararası stratejik tehditlerin oluşturduğu düşmanca ortamdan çıkma kararı vermesinin ve nükleer caydırıcı güce sahip olmasının zamanı gelmiştir.
Kudüs Haber Ajansı - KHA