İsrail Lübnan’a karşı geniş çaplı bir savaş başlatmaya mı yöneldi? Her ne kadar Tel Aviv’den gelen tehditlerin tonu çok yüksek de olsa göstergeler, bu soruya verilebilecek cevapları ne doğruluyor ne de reddediyor. Her iki taraf ve daha çok da İsrail tarafı, bu dönemde gerilimin şimdiki seviyenin üzerine çıkmasını önlemek için seslerini yükseltmenin peşinde. Ne var ki bu, aşamanın çok hassaslaştığı gerçeğini ortadan kaldırmıyor ve her iki taraf da -kasıtlı ya da kasıtsız- durumu istenmeyen bir noktaya taşıyabilir. Savaşa yol açmama iradesi anlık bir mevzu. Peki bundan sonra ne olacak? Özellikle de sahadaki ve siyaset alanındaki öncüller netleşmemişken, savaş girme ya da savaştan uzak durma kararı henüz Tel Aviv’de alınmamış varsayımı ortada dururken mevzular, değerlendirme alanı içinde ve her gözlemci kendine göre bir takdire sahip.
Savaş başlamadan önce siyasi ve askeri olarak meydanı; yerel ve uluslararası kamuoyunu hazırlayan tehditler ile savaşa girmeden ve bedelini ödemeden savaştan kazanç elde etmek adına savaşın çıkmasıyla ilgilenmeseler bile sahiplerine fayda sağlayan tehditler arasında bir ayrım yapılması gerekir. Tehdit bir şeydir, savaş başka bir şey. Tıpkı tehditler savurmanın savaş başlangıcı olduğu anlamına gelmediği gibi savaşın tehdit içerikli bir mukaddimesi olması da gerekmiyor. Nitekim İsrail ile Direniş arasındaki, özellikle de Lübnan’daki İslami Direniş arasındaki mücadelenin tarihi bunu doğrulamakta.
Bununla beraber İsrail’in tehditleri bu sefer öncekilerden farklı. Aksa Tufanı’ndan sonra tehditleri artık işaret edildiği üzere yorumlamak mümkün değil; zira İsrail’in standartları ve düşmanca niyetleri eskiye göre daha yüksek bir seviyede, daha geniş bir alanda ve daha ciddi bir biçimde seyrediyor. Ancak bu, Siyonist düşmanın, eylemlerinin bedelini umursamayan “önüne geleni kırıp geçiren bir canavara” dönüştüğü anlamına da gelmiyor. Bedelini ve sıkıntısını kontrol altına alabiliyorsa savaşa gitmekten korkmayacaktır; ancak düşmanca eylemlerinin kendisine sıkıntı oluşturabileceği bir sınıra da işi ulaştırmayacaktır. Şimdiye kadar geçerli olan denklem şuydu: Menfaat ne kadar yüksek olursa, maliyet ve zarar da o kadar tolere edilebilir.
Evet, Lübnan örneğinde Direnişle Siyonist düşman arasında geniş çaplı bir savaşın çıkması durumunda zarar durumu eşit olmayabilir. Ama İsrail, Lübnan’a çok daha büyük zarar verebilecek kapasitede olsa bile bedelin yüksek ve zararın eşi görülmemiş düzeyde olması durumunda karar masasında durumu farklı değerlendirebilir.
Kar-zarar denkleminin bir aşamasında, İsrail’e karşı savaşın maliyeti, savaştan elde edilebilecek herhangi bir faydayla haklı gösterilemeyecek bir noktaya ulaşabilir ve bu da menfaat ne olursa olsun, savaşa girme kararını frenlemek için tek başına yeterli bir şey olabilir.
Bu, savaş yolunu tutmamanın daha tercihe şayan olduğu anlamına mı geliyor? Cevap: Evet... “ama.” “Ama” vurgusuna yol açan şey, bir tarafın diğer tarafın niyet ve tepkilerini değerlendirmesinde hata etmesi ihtimali. İsrail açısından mevzu değerlendirilecek olursa Tel Aviv’in kendine şu soruyu sorması gerekiyor: Saldırılarında sınırı aştığı takdirde Hizbullah’ı orantılı bir yanıtla yetinmemeye zorlayacak sınırlar neler?
Şu ana kadar, savaş girişme noktasında bir kararın alınmaması en güçlü tahmin. Ne var ki İsrail kendi hatalarının kurbanı olabilir; özellikle de Lübnan arenasında istediği şey; tehditlerle, çatışmalarla ya da anlaşmalarla başarabileceğinden çok daha yüksek ve kapsamlı olduğu için. İsrail şu an ciddi ve stratejik bir kafa karışıklığı ve felçle karşı karşıya. İsrail ordusunun uzaktan ateş kullanması Hizbullah’ı caydırmıyor ve kesinlikle yerleşim yerlerinin ve sakinlerinin eski hallerine dönmesine izin verecek yeni bir güvenlik gerçekliği meydana getirmiyor. Belirli bir hedef yok. Karar verilmiş olsa bile hedefe ulaşmak için gerekli araçlar yok. Savrulan tehdide sahada inandırıcılık kazandırmak için ordunun ağırlığını Lübnan sınırına aktarma kararı da ortada yok. Aynı zamanda askeri seçenekler yoluyla Lübnan’da çıkarların elde edilmesi ve istenilenlerin dayatılması bağlamında İsrail’in yolunu açacak veya güvenebileceği bir girişim de yok.
Lübnan’a yönelik tehdit düzleminde son gelişme ise Amerika’dan: Washington, Lübnan’daki İslami Direniş ile İsrail arasında kapsamlı bir gerilimin tırmanmasını istemediğini açıkça ifade etmekle (bunu yapmak zorunda kalmış olsa bile) hata yaptı. Son birkaç haftadır Amerika’nın yaklaşımı, yapılan değerlendirmelere göre gerilimi engelleyecek ve topyekûn savaşı önleyecek her şeye odaklanmıştı.
Mezkûr yaklaşım, İsrail’in pozisyonuna ve tehditlerinin Hizbullah’ı bulunduğu konumdan geri çekilmeye ve Lübnan arenasında kendi şart ve çıkarlarına göre iradesine teslim olmaya iteceği yönündeki hesaplara zarar verdi. Nihayetinde ortaya çıkan sıkıntı Washington’u, üst düzey Amerikan kaynaklarının Amerikan medyasına (Politico dergisi) yaptığı sızıntılarda ifade edilen ve sükûnet talebinden farklı ve paralel bir ses çıkarmaya zorladı: “Ortadoğu’da daha büyük bir savaşı önlemeye çalışan Amerikalı yetkililer, Washington’un, İsrail’in kendilerine saldırmasını engelleyebileceğini varsaymaması için Hizbullah’a alışılmadık bir uyarıda bulunuyor.” Pekâlâ böyle bir tehdit, Lübnan’daki karar alıcı mercinin kulağına ulaşabilir. Ayrıca aynı Amerikan dergisi görüşmelere vakıf bir kişinin şöyle söylediğine de işaret etti: “Amerika’nın mesajı, Hizbullah’ı geri çekilmeye zorlamayı ve İsrail ile Lübnan sınırındaki kronik durumu sakinleştirmeyi amaçlıyor.”
Gazze Şeridi’ndeki savaş ve yoğun çatışmalar sona erene ve iki taraf arasında güvenlik düzenlemesine ilişkin müzakereler başlayana kadar, sahadaki değişkenlere ve yaşanan gerginliğin tırmanışa geçmesine bağlı olarak tehditlerin sıklığı zaman zaman artıp azalabilir. Savaşa gelince, her zaman olduğu gibi İsrail ile onun baş hamisi ABD arasında ortak karar masasında ele alınmış olsa bile ister küçük ister büyük olsun gerek patlak vermesi gerek çekimser kalınması ya da acele edilmesi hususunda henüz bir karar çıkmış değil.
Kudüs Haber Ajansı - KHA