Suudi Arabistan ve İran arasındaki anlaşma, bölgesel güçler arasındaki birçok tartışmalı konuyu etkilediği için dikkatli bir okumayı hak ediyor. İki ülke arasındaki anlaşmazlık sadece jeopolitik bir anlaşmazlıkla açıklanamaz, bu anlaşmazlığın merkezinde tarihi bir geçmişe dayanan millî-dinî bir rekabet yatıyor. Bu nedenle, gelecekteki başarıya bağlı bir anlaşmadır. Ya iki ülke farklılıkları yönetmeyi başaracak ya da anlaşma daha önceki anlaşmalarla aynı kaderi paylaşacak, yani başarısızlıkla sonuçlanacak.
Her iki durumda da, askeri, ekonomik, medya ve politik alanlarda uzun yıllar süren karşılıklı yıpratma savaşlarının ardından gelen bu anlaşma başarısız olursa, bunun hem iki ülkeye hem bölgeye ağır bedelleri olur.
Çin’in garantörlüğündeki anlaşma
Suudi ve İranlı yetkililer arasında Irak ve Umman Sultanlığı’nda iki yıl süren müzakere turlarının ardından, iki ülke 6-10 Mart 2023 tarihlerinde Pekin’de gerçekleşen görüşmelerde anlaşmaya vardı.
Anlaşma, iki ülke arasında diplomatik ilişkilerin yeniden başlatılması, büyükelçilik ve temsilciliklerin en fazla iki ay içerisinde yeniden açılması, devletlerin egemenliğine saygı gösterilmesi ve içişlerine karışılmamasını içeriyor. Ayrıca iki ülkenin dışişleri bakanlarının bunu harekete geçirmek, büyükelçi değişimini düzenlemek ve aralarındaki ilişkileri güçlendirmenin yollarını görüşmek üzere bir toplantı yapmaları konusunda mutabık kalındı.
Yine anlaşma kapsamında iki ülkenin vardığı 2001 yılındaki güvenlik işbirliği anlaşmasını ve 1998 yılındaki ekonomi, ticaret, yatırım, teknoloji, bilim, kültür, spor ve gençlik alanlarındaki işbirliği anlaşmasını canlandırma konusunda mutabık kalındı. Çin'in de katılımıyla her üç ülke de bölgesel ve uluslararası barış ve güvenliği arttırmak için her türlü çabayı gösterme konusundaki gerekli çabayı göstereceğini ikrar etti.
Anlaşma, 2016’dan bu yana ülkeler arasında diplomatik bir kopukluk, çift taraflı çatışmanın vekalet savaşlarına dönüşmesi ve Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile birlikte önemli uluslararası dönüşümler yaşandığı bir dönemde gerçekleşiyor. Benzer koşullarda daha önce imzalanan bir anlaşma ise, 1987’den beri süren bir kopukluğun ardından 1991 yılında ülkeler arasındaki diplomatik ilişkilerin yeniden başlatılmasını öngören ve daha sonra 1998’de ekonomik alanda imzalanan anlaşmadır. Bunu da 2001’de bir güvenlik işbirliği anlaşması izledi.
İki ülke arasındaki ikili ilişkilerin 1991 yılında yeniden başlaması, Irak’ın Körfez ülkeleri için en büyük tehdit haline geldiği bir dönemde ve İran’da reformcu Cumhurbaşkanı Rafsancani’nin göreve gelmesinin ardından gerçekleşmişti. Yeni anlaşma ise İran’da iktidarın muhafazakarlar arasından seçilmesi ve İran’ın 1991’den bu yana statüsünün ve gücünün artması gibi farklılıklar içeren bir dönemde meydana geldi.
İki anlaşma arasındaki en önemli farklardan biri, 1991'deki anlaşma, diplomatik ilişkilerin yeniden başlaması ve büyükelçiliklerin açılmasının habercisiyken, son anlaşmada diplomatik ilişkilerin yeniden başlatılması adımı, Çin tarafının garantör olarak kabul edildiği mutabakatların ciddiyetini göstermek için daha sonraki bir aşamada geliyor.
1998 ile 2001 tarihli iki anlaşma arasında da farklar mevcut idi. 1988 tarihli anlaşma iki ülke arasında askeri ve güvenlik dışındaki tüm alanlarda işbirliğini kapsarken, 2001 tarihli güvenlik anlaşması sınır kontrolü, terörizm ve suçla mücadele gibi iki ülke içişleri bakanlıklarının yetki alanına giren konularla ilgiliydi.
Anlaşmanın bağlam ve içeriklerine dair
Suudi Araştırma ve Stratejik Çalışmalar Forumu Başkanı Ahmed eş-Şehri, iki ülke arasındaki anlaşmanın Maskat ve Bağdat’ta müzakere yerine diplomasi yoluyla iletişim kanallarını açmak için bir adım olduğunu ve iki aylık sürenin İran tarafının ciddiyetinin test edildiği bir zaman olduğunu ileri sürdü.
Muwatin’e verdiği demeçte Ahmed eş-Şehri, Suudi Arabistan'ın hak sahibi olduğunu ve Arap grubu adına taleplerde bulunduğunu, bunun İran açısından zor ve karmaşık olabileceğini; çünkü İran’ın kurduğu milislerin Arap ülkelerinde işlevleri olduğunu ve artık İran’ın bundan vazgeçme zamanının geldiğini belirtti. Uluslararası ilişkiler araştırmacısı, İran’ın devrim yönetiminden devlet yönetimine geçmesi gerektiğini ve bunun da Dini Lider’in cesur bir karar almasını gerektirdiğini sözlerine ekledi.
Öte yandan, İranlı siyasi analist ve uluslararası hukuk araştırmacısı Rıza Nasıri, anlaşmanın Suudi Arabistan ve İran'da eşzamanlı bir değişimi yansıttığını belirtti. İranlı araştırmacı, yıllarca süren çatışma ve tırmanışı durdurmaya yönelik başarısız girişimlerin ardından Tahran ve Riyad’ın bazı hakikatleri fark ettiğini kaydetti: “Bunlardan birincisi, her iki ülke de bölgenin vazgeçilmez oyuncuları ve hiçbiri diğerini haritadan dışlayamaz. İkinci ise her ikisi de bölgede egemen tek güç olamayacak. Bu nedenle kaynaklarını birbirini yıpratma ya da birbirlerini etkisiz hale getirme savaşında kullanmak yerine kalkınmaya ayırmalı ve müreffeh bir bölge yaratmalıdırlar.”
Son olarak Rıza Nasri şöyle diyor: “Yeni bir dünya düzeni oluşuyor, bu iki ülke de politikalarını yeni gerçeklere göre ayarlamalıdır.”
Bölgeye kim liderlik edecek, Suudi mi İran mı?
Yine Muwatin’e konuşan Suudi akademisyen ve araştırmacı Muhammed Safar, Krallığın kendi iç gücünü inşa etme ve petrol tüketen bir rantiye devlet yerine teknolojik, endüstriyel ve üretken güce sahip bir ülkeye dönüşme yolunda ilerlediğine inandığını kaydetti. “Bu politikanın hedeflenen vizyona kavuşması için birçok dosyada sükûnetin sağlanması gerekir. Bölgede tırmanan krizlerle ve yabancı yatırımlarla bu başarılamaz” dedi.
İslami hareketler araştırmacısı Safar, Suudi Arabistan’ın İran ile anlaşma konusunu doğrudan bir kazanım olarak görmediğine, daha çok uzun vadeli bir kazanım olarak gördüğüne dikkat çekti; “Yaptırımlar olmasaydı, İran'ın petrol statüsü krallığınkine eşit olacaktı" dedi.
Anlaşmadan iki taraf da karlı çıkacak
İran’ın düşmanı ve aynı zamanda Suudi Arabistan’ın müttefiki olan Amerika Birleşik Devletleri’nden uzakta, bölgesel ve uluslararası düzeyde sağlanan Suudi-İran anlaşmasını kutlamak herkesin hakkıdır. Arap Baharı devrimlerine tanıklık eden 2011 ve İran nükleer anlaşmasının imzalandığı 2015’ten bu yana bölgenin geçirdiği dönüşümler ve Suudi Arabistan’da Prens Muhammed bin Selman’ın veliaht prens olarak atanması yeni anlaşmanın imzalanmasına zemin hazırladı.
İki ülke arasındaki ilişkiler, 2011-2023 döneminde en kötü seviyeye ulaştı. Yemen’deki savaşta iki ülkenin vekaleten savaşması, Suriye’deki vekalet savaşı, Irak, Bahreyn ve Lübnan’daki çatışmalar nedeniyle gerilim arttı. Öyle görünüyor ki, büyük insani ve maddi kayıplarla sonuçlanan savaşlar, iki tarafın uzun süren düşmanlıklarında ulaşabildikleri en yüksek noktaydı.
Buna Suudi Arabistan’la ilgili olanlar da dahil olmak üzere uluslararası dönüşümler eşlik etti. Suudi Arabistan'ın İran'ı suçladığı Aramco saldırılarının testini geçemeyen ABD'nin güvenlik taahhütlerine duyulan güvensizlik de günden güne arttı. 2018’de Cemal Kaşıkçı’nın öldürülmesinden bu yana Riyad ile Washington arasında gerginleşen ilişkilerin yanı sıra ABD Başkanı Joe Biden’ın Prens Muhammed bin Selman’a karşı husumeti ve ardından Rus-Ukrayna savaşı sonrası yaşanan enerji krizi nedeniyle Suudi ile ABD’nin arası iyice açıldı.
Diğer taraftan İran ise, ABD Başkanı Donald Trump'ın 2015 nükleer anlaşmasından çekilmesi ve Ukrayna savaşında Rusya'ya verdiği askeri desteğin ardından Washington ile açık bir çatışmaya girerek kendisini yeniden Batı ile karşı karşıya buldu.
Öte yandan, İsrail İran’a karşı pusuda bekliyor ve bunun için eski Başkan Trump’ın desteğiyle normalleşme dosyasında büyük çaba sarf etti. İsrail, İran’a karşı bölgesel bir askeri-politik ittifak kurmayı umut etti. Bu bağlamda Birleşik Arap Emirlikleri’ne hava savunma sistemleri sağlamak için çalışmalara başladı. Dönüm noktası ise Birleşik Arap Emirlikleri ve İran’ın 2022’de büyükelçilerini yeniden görevlendirmesiyle gerçekleşti. Bu, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve İsrail arasındaki normalleşme anlaşmasının imzalanmasından bir yıl sonra oldu. İran-Suudi anlaşmasının imzalanmasının ardından İran Ulusal Güvenlik Yüksek Konseyi Sekreteri Ali Şemhani Abu Dabi’yi ziyaret ederek BAE Ulusal Güvenlik Danışmanı Tahnun bin Zayed ile bir araya geldi.
Yukarıda sıralanan gelişmelerin yanı sıra her iki ülkede yaşanan sosyal ve ekonomik alanlardaki değişimler de anlaşmaya giden yolu döşedi.
Özellikle Yemen’de yaşanan acı tecrübeden sonra açılım ve iddialı kalkınma planlarına tanıklık eden Suudi Arabistan’da savaş artık arzu edilen bir şey değil. Tüm dünyanın İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana yaşanan en kötü ekonomik krize tanıklık ettiği bir dönemde Batı'nın İran'a yönelik yaptırımları yoğunlaşıyor. Bu nedenle anlaşma İran için faydalı oldu. Böylece Tahran kendine bağlı milis ve siyasi güçleri destekleme yükünü azaltarak, İsrail saldırganlığına karşı koyma konusunda daha fazla kabiliyet kazanacak.
Yeni bir Ortadoğu’yu görecek miyiz?
Siyasi analist ve uluslararası hukuk araştırmacısı Rıza Nasıri, iki ülke arasındaki birkaç müzakere girişiminin başarısız olmasının ardından 2019’da İran’ın Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda ikinci kez “Hürmüz Barış Girişimi” adlı bir yol haritası önerdiğini ifade etti. Burada Suudi Arabistan ve diğer dört komşu Arap ülkesine, ilişkilerini yeniden şekillendirmek için bölgesel görüşmelere katılmalarını önermişti. İran’ın girişimin üzerinde mutabık kalınan bir dizi ilkede diyalog ve yeni bir kolektif bölgesel güvenlik sistemi kurulmasını önerdiğini de sözlerine ekleyen İranlı araştırmacı, ülkesinin bölgede istikrarı sağlamak için uzun vadeli bir vizyonu olduğunu ve ekonomik konulardan öte hedeflere yöneldiğini belirtti. Rıza Nasıri, Mısır da dahil olmak üzere, anlaşmanın ilgili tüm ülkelerin katılımıyla yeni bir bölgesel forumun kurulmasının önünü açacağını umduğunu dile getirdi.
Suudi Araştırma ve Stratejik Çalışmalar Forumu Başkanı Ahmed eş-Şehri, Riyad’ın ev sahipliği yaptığı Çin, Körfez ülkeleri ve Arap ülkeleri arasındaki üç zirvenin, İran ile yapılan anlaşmanın seyrinde bir dönüm noktası olduğuna inandığını söyledi. Çünkü Çin, krizin her iki tarafıyla stratejik ilişkilere sahip ve bu ülkelerin anlaşmazlığını İpek Yolu Projesi ve enerji piyasaları gibi büyük ekonomik planlarına engel olarak görüyor.
Eş-Şehri, İran'ın Suudi Arabistan'dan korkmadığını; silah ihraç eden, milisleri destekleyen ve Arap ülkelerine müdahale eden taraf olduğunu vurguladı.
Suudi akademisyen Muhammed Safar, bir yıldır şekillenmekte olan Suudi’nin yeni politikasının bir özelliğine de değindi. Riyad’ın bundan böyle bölgesel krizlerde taraf olmak istememesi bu özelliğin en önemli noktası olduğunu ifade etti. Safar, bu eğilimi, Suudi’nin on yıllardır yaşanan tırmanışların bedelini ödediği gerçeğiyle açıklıyor. Öyle ki bu hedefleri gerçekleştirmek için içeriyi inşa etmeyi ihmal etmiştir. Bugün ise iddialı kalkınma planlarını gerçekleştirmek için gerilimleri önlemeye odaklanıyor.
Anlaşmanın imzalanmasından birkaç gün sonra Suudi Maliye Bakanı Muhammed el-Ced’an’ın, Suudi’nin İran'a yatırım yapacağına ilişkin açıklaması, Suudilerin gerilimi azaltma konusundaki ciddiyetini teyit etmektedir. El-Ced’an, yaptığı açıklamada İran'daki Suudi yatırımlarının "çok hızlı bir şekilde gerçekleşebileceğini" söyleyerek, İran ile yapılan anlaşmanın ilkelerine bağlı olduklarını" ve yönetimin de bunu açıkça ortaya koyduğunu dile getirdi.
Anlaşmanın testleri olarak bölgesel anlaşmazlıklar
Suudi-İran mutabakatının sonuçlarının, başta Yemen’deki savaş, Lübnan’daki siyasi çıkmaz, Suriye ve Irak’taki durum, enerji koridorlarının güvenliği ve belki de daha sonra Bahreyn olmak üzere iki ülkenin paylaştığı en önemli bölgesel meselelere yansıyacağı kesindir.
Anlaşmanın ön görülen sonuçları birkaç maddeye ayrılabilir. Bunlardan ilki Suudi-İran ve Körfez-İran ilişkileridir. Bunlardan bazılarını şu şekilde sıralamak mümkündür:
• Suudi Arabistan ve BAE’nin İran’ı hedef alan İsrail ile herhangi bir işbirliğine katılmaması karşılığında, ister Yemen’den ister İran’dan olsun, Krallığın topraklarının hedef alınmasına son verilmesi, BAE’nin ve bir bütün olarak Körfez’in güvenliğinin sağlanması.
• Arap (Fars -çev) Körfezi, Hürmüz Boğazı, Arap Denizi ve Kızıldeniz'deki uluslararası nakliye yollarının güvenliğinin sağlanması, iki tarafın İran'dan Yemen'deki Husilere silah kaçakçılığı da dâhil olmak üzere ilgili konularda ilerleme kaydetmesi.
• Genel olarak Körfez ülkeleri ile İran arasında ikili ve çok taraflı farklılıkları yönetme fırsatı sağlayan bir uzlaşı durumunun tesis edilmesi.
Yemen meselesi bu yoldaki gerçek sınavdır
İki ülke arasındaki çetrefilli konular arasında Yemen meselesi en son ve en karmaşık olanıdır. Çünkü Yemen, topraklarında cereyan eden savaştaki en önemli aktörlerin Suudi Arabistan-BAE ve İran olması, Krallık ve Emirliklerin hava sahalarının hedef alınarak en şiddetli tırmanma dalgalarına neden olmasıyla karakterize edilir.
Bugün Yemen, bazı sınırlı ihlalleri saymasak bir askeri ateşkes durumuna ulaşmıştır. Gerek Husiler gerekse de karşılarındaki güçler askeri ilerleme kaydedemiyor ve aynı durum Yemen Hükümeti için de geçerli. Bu durumun devam etmesi, Husiler tarafından Yemen petrol limanlarının insansız hava araçlarıyla hedef alınmasında ve Krallığın Yemen’de devam eden askeri yıpratmasında olduğu gibi, tırmanmanın artacağı anlamına gelmektedir. Bunun yanı sıra önemli bir faktör daha var; o da son on yılların en kötü insani krizine neden olan savaşın sona erdirilmesi için krizin tarafları üzerinde büyük bir Batı baskısı var. Mevcut durumda Yemen’de bir çıkış noktasına ulaşmak kapsamlı Yemen görüşmeleri olmadan mümkün değildir. Yemen meselesi, Suudi Arabistan’a baskı faktörü olarak kabul edildiğinden, doğrudan Husilerle oturmak, Suudi Arabistan’ın ana prensiplerinden önemli bir taviz olarak görülüyor. Ne olursa olsun; Husilerin elde ettiği saha ve siyasi kazanımları göz önüne alındığında Suudi Arabistan’ın ve Yemen’deki hükümetin büyük tavizler vermesi kaçınılmazdır. Ancak bunun karşılığında Suudi Arabistan öncelikle Husilerden güvenlik garantisi alacaktır ve bu konuda İran’ın garantisine ihtiyacı vardır. Suudi Arabistan ve İran’ın Yemen krizini yönetmede başarılı olma şansı ne olursa olsun; Yemen’deki karmaşıklığın ölçeği göz önüne alındığında bunun kolay olması pek olası değildir.
Suriye, Lübnan ve Irak’ta da durum daha az karmaşık değil; ancak bu dosyalarda ne Suudi Arabistan ne de İran dosyanın yönetiminden tek başına sorumlu değildir. Lübnan’da Fransa, Amerika Birleşik Devletleri ve Arap ülkelerine düşen bir rol var. Suriye’de herkes var; Rusya’dan ABD’ye, Türkiye’den İran’a, Suudi Arabistan’dan Katar’a, Ürdün’den ve daha nicelerine herkes orada bir şekilde mevcut. Dolayısıyla bu dosyaların görüşülmesinin ertelenmesi, Suudi-İran mutabakatının kaderi açısından asıl sınavı temsil eden Yemen dosyası kadar, her biri büyük bölgesel ve uluslararası emellere sahip ve aynı coğrafyada birleşen iki güç arasında bir engel teşkil etmeyecektir.
Kudüs Haber Ajansı - KHA