Artık soru, İsrail’in veya İran’ın savaş bekleyip beklemediği değil; her iki tarafın da diğerinin ilk saldırıyı yapmasından ne kadar endişe duyduğu sorusudur. Bu nedenle, her ikisi de ya karşılık vermeye ya da gerekirse önleyici bir darbe vurmaya hazırlanıyor. Her ne kadar ne Tahran’da ne de Tel Aviv’de topyekûn bir savaş başlatma niyeti açıkça dillendirilmese de, ortada ne güven kaldı ne de iletişim kanalları. Yanlış anlamalar derinleşmiş, askeri kapasite ve hazırlıklar artmış durumda. Böyle bir ortamda, taraflardan birinin attığı savunma amaçlı bir adım bile, öteki tarafından saldırı hazırlığı olarak algılanabilir. İşte bu yüzden, savaş isteğinden değil, savaşa hazırlıksız yakalanma korkusundan doğan bir çatışma yarışı her an başlayabilir.
Son gerilim dalgasının sona ermesinden bu yana, İran yalnızca tahrip edilenleri onarmakla yetinmedi; aynı zamanda füze kapasitesini nitelik, nicelik ve menzil açısından hızla geliştirmeye koyuldu. Uranyum zenginleştirme tesislerini yeniden faaliyete geçirdi, yeni tesislerin inşasını duyurdu. Daha da önemlisi, zenginleştirilmiş uranyum stoklarına esaslı bir zarar gelmedi ki, bunu düşmanları dahi kabul ediyor.
Aynı zamanda İran, önceki çatışma turundan çıkardığı dersler doğrultusunda, hava kuvvetlerini yeniden yapılandırmak amacıyla, Rusya ve Çin’den gelişmiş hava savunma sistemleri ve savaş uçakları temin etmek için bastırıyor. Bu derslerin başında; kapasiteyi ve ağırlık merkezlerini dağıtmak, merkeziyetçiliği azaltmak ve görünmezliği artırmak geliyor — ki bunların tümü, bir kez daha ani bir saldırıya açık yakalanmamak için gerekli görülüyor.
İsrail bakış açısından İran’ın yaptığı şey, “normale dönme” çabası değil; aksine, gelecekte bir karar anında kendisine nükleer silah veya karşılık verilemeyecek bir füze kapasitesi sağlama imkânı verecek bir silahlanma altyapısını yeniden inşa etme sürecini sürdürmektir. Bu bağlamda —ve çünkü İsrail de hiçbir uluslararası anlaşmaya güvenmiyor— tercih ettiği seçenek hâlâ şudur: tehdit tamamlanmadan önce vurarak onu önlemek. Ancak asıl düğüm burada yatıyor; hava saldırıları ne kadar isabetli olursa olsun, bilimi ortadan kaldıramaz, fabrikaları silip süpüremez, binlerce mühendisi ve bilim insanını yok edemez. Hele ki söz konusu —büyüklüğü, sanayi ve insan altyapısının derinliğiyle— İran ise tecrübe göstermiştir ki bugün üzerine düzenlenen her darbe, yarın daha hızlı, daha köklü ve daha az hedeflenebilir mekânlarda verilen bir karşılıkla yanıtlanır.
Böylece, İsrail kendini üç seçenekle karşı karşıya buluyor; ancak bu seçeneklerin tamamı sorunlu. Birincisi, tehdidi ortadan kaldıramadığı, aksine yeniden inşasını ve güçlenmesini hızlandırdığı kanıtlanmış askeri seçenek. Ayrıca bu seçenek, İran’a iç siyasette yeteneklerini artırması için bir ulusal kalkan sağlıyor. İkinci seçenek ise siyasi; yeni bir nükleer anlaşmayı desteklemek. Ancak İsrail, bu seçeneği İran’ın koşulsuz teslimiyetini içermediği sürece kesinlikle reddediyor. Üçüncüsü ise, yani tehditlerin büyümesini sessizce kabul etmek; bu ise Tel Aviv’in asla kabul edemeyeceği, dayanması mümkün olmayan bir durum.
Ortaya konanlardan anlaşılıyor ki bu açık yüzleşmeden çıkış için net bir “çıkış planı” yok; İsrail bunu ne askerî yollarla kesin olarak sonuçlandırabilecek durumda, ne de diplomatik yollarla kontrol altına almaya hazır, üstelik görmezden gelmenin maliyetini de karşılayamaz. Eldeki tek olasılık teorik nitelikte kalan, sonu olmayan bir “vurma ve bekleme” döngüsü: tehdit tehlike eşiğine yaklaştığında vurmak, sonra o tekrar yaklaşana dek beklemek. Ancak bu seçenekler sürdürülebilir değildir; çünkü her döngüde bedel artmakta, manevra alanı daralmakta ve daha geniş çaplı bir çatışmadan kaçınma ihtimali azalmaktadır.
Peki, tüm bunlar yeni bir tırmanış ihtimalini tamamen ortadan mı kaldırıyor, yoksa tam tersine onun eşiğinde miyiz? Gerçek şu ki, kesin bir yanıt yok; ne kesin bir reddediş ne de net bir onay var. Çünkü İsrail’in yeni bir darbe vurma niyeti, kalıcı bir etki yaratma gücünün yokluğunda pek anlam taşımıyor; bu, önceki çatışmalardan çıkarılan derslerden biri. Üstelik eğer bedel İran’dan daha geniş çaplı bir karşılık olacaksa, bu durum da göz önünde bulundurulacak ve belki de geri çekilme çağrısı anlamına gelecektir. Öte yandan, İran’ın caydırıcılığı artırma isteği, özellikle İsrail saldırmaya niyetli değilse ya da saldırıyı başlatmayı düşünmüyorsa, çatışmayı önlemek için yeterli değildir. Ancak Tahran, Tel Aviv’in hareketlerini bir saldırının habercisi olarak görürse, geçmişte olduğu gibi sürprize uğramamak için önleyici bir hamle yapabilir.
Amerika’nın bu konuda vereceği karar, özellikle İsrail’in planları ve hamleleri söz konusu olduğunda belirleyici olur. Ancak mevcut yönetim göz önüne alındığında, bu yönetimden tırmanışı engellemesi beklenebilir mi? Şu anki tabloda, tırmanış ve istikrar ihtimalleri eşit gibi görünüyor; hatta bazen tırmanış daha ağır basıyor. İşte bu yüzden, Amerikan etkisi, Tahran ve Tel Aviv’deki iç dinamikler, maliyet ve fayda dengeleri ile önceki çatışmadan alınan dersler, bazen tırmanışı durduruyor, bazen de alevlendiriyor. İran ile İsrail arasındaki bu durumun en temel paradoksu da tam olarak budur.
Bu nedenle, yakın bir savaşın eşiğinde olduğumuzu ya da savaş sonrası bir dönemde bulunduğumuzu söylemek mümkün değil. Belki gri bir alandayız; küçük bir yanlış değerlendirme, kontrol dışına çıkan sembolik bir tırmanış ya da güç dengelerindeki ani bir değişim, taraflardan birini ya da her ikisini birlikte, uzun zamandır hazırlandıkları çatışmaya sürükleyebilir.
Kudüs Haber Ajansı - KHA
İsrail, İran'a Karşı Sonraki Tura Hazırlanıyor
Barış Mukabilinde Teslim Olmak
Sınvar'ın Hamlesi Bir İntihar Mıydı?
Aksa Tufanı, İsrail'in Gücü Kader Değildir Diyor
