17 Mart 1975’te, Lübnan’da iç savaşın fitili ateşlenmeden birkaç ay önce, İsrail gazetesi Davar’ın önde gelen yorumcularından Ehud Yaari, “Kuzey Sınırı (Lübnan) ile Alakalı Hesaplar: Üzümü Yiyin ya da Bekçiyle Savaşın” başlıklı bir makale yazmıştı. Talimatlarını genellikle askeri liderlerden alan Yaari, Lübnan’daki durumu şöyle özetlemişti: “İsrail şu anda birçok açıdan Lübnan’ın geleceğinin anahtarlarını elinde tutuyor.”
Kuzey hattındaki her bölük komutanının Beyrut’ta olup bitenler üzerinde bir etkisi var. Her ihlal, her operasyon, her açıklama, Lübnan içindeki hassas çatışmanın her iki tarafında da anında kayıt altına alınıyor. Bu yüzden adımlarımızı dikkatlice hesap etmek görevimiz. Üzüm yemek (sabotajcıları/yıkım için çalışanları ortadan kaldırmak) isteyen herkes, bekçiyi (Lübnan rejimini) öldürmemeye dikkat etmeli ve hiçbir koşulda züccaciye dükkanına giren filler gibi hücum edip saldırmaya dair tavsiyelere kulak asmamalıyız.
Bugünkü yazıda esas olarak hatırlattığımız şey, bu kez Filistin Kurtuluş Örgütü ile değil Lübnan halkı ile karşı karşıya gelen Lübnan’daki hükumet yetkililerini, “Lübnanlı direnişçileri ortadan kaldırma girişiminin, İsrail ile normalleşen rejimlerin yanı sıra Amerikalıların ve dolayısıyla Siyonistlerin yardımını istemeyi gerektirdiği” hususunda uyarmaktır. Evet, yapılan teşvikler, Lübnanlıların iç savaşta yaşananlarla kıyaslanamayacak bir kan denizinde boğulmasını engelleyemeyecektir.
Eğer zayıfsanız ve vatandaşlarımızı ve topraklarımızı korumak için bir savunma gücü oluşturmayı reddediyorsanız ve bu reddedişinizin tek sebebi sizi bulunduğunuz konuma zembille indiren ve iktidara getirenlere, onların isteklerini yerine getirme sözü vermenizse; kaçınılmaz olarak Lübnan ve Lübnanlıların kaderiyle kumar oynuyorsunuz demektir ve bu, hayal ettiğiniz gibi kolay gerçekleşmeyecektir. Etrafınıza bir bakın ve benzer davranışların sonuçlarına tanık olun. İtaatkârlıktaki yoldaşınız Mahmud Abbas, Ramallah’ta bir tavuk gibi sinmişken İsrail ordusu, dünyanın gözleri önünde Filistin’den geriye kalanları yavaş yavaş yutuyor. Lübnan için de durum aynıdır.
Lübnanlılar her gün öldürülüyor, düşmanın insansız hava araçları Lübnan üzerinde uçuyor ve işgal güneye doğru genişliyor. Siyonistlerin cephe hattındaki köy sakinlerinin yıkılan köylerinde bulunmalarını engelleme planları, Litani Nehri’ne kadar olan bölgeyi ele geçirme yönündeki uzun süredir devam eden hayallerini gerçekleştirme yolunda atılmış bir adımdan başka bir şey değil. Mahmud Abbas’ın, Siyonistlerin Filistin topraklarını ele geçirmesine sessiz kaldığı gibi, Beyrut’taki yetkililer de sessiz kalıyor; öyle ki, değersiz bir kınama açıklaması yapmaları veya Birleşmiş Milletler’e şikâyette bulunmaları bile engelleniyor. Bu sessizlik, ancak temennilerini açıklamayı reddetmeleriyle izah edilebilir ki özü de şudur: “(İsraillilere hitaben) İsteklerinizi kolayca uygulayabileceğimiz bir aşamaya gelene kadar öldürmeye ve bombalamaya devam edin.” Evet, Beyrut’u Mahmud Abbas’ın birebir kopyası bir zihniyet yönetiyor!
Evet, Lübnan’da işgale direnenleri öldürme hevesinde olanlar! Filistin’de yaşananlardan ders çıkaracak mısınız? Sanırım aklınız hiçbir şekilde bu meseleyi kavrayacak kapasitede değil. Abbas’ın dükkânının başkenti Ramallah’a yapılan baskın, işgalle gece gündüz koordineli çalışan o kartondan yönetimin, bir yanılsamadan ibaret olduğunu herkese kanıtlıyor. Egemenlik yok, yas tutacak kimse yok! İki devletli çözüm veya başkenti Kudüs olan bir Filistin devleti söylemleri ise hayal ve kuruntudan başka bir şey değil.
İşgal, Gazze Şeridi ve Batı Şeria’da Filistinli gençleri öldürüyor, daha fazla yerleşim yeri inşa ediyor ve Maliye Bakanı Smotrich, yerleşimcilere Mescid-i Aksa’nın kalıntıları üzerine tapınak inşa etmeleri için bağış sözü veriyor. Aynı zamanda işgal yönetimi, Yaari’nin yukarıdaki makalesinde ifade ettiği gibi, Mahmud Abbas’ın yönetimini koruyor ve Beyrut’taki mevcut yönetimi de gözetiyor.
Lübnan’ın yöneticileri Filistin’de olup bitenlerden ve Abbas’ın deneyiminden ikna olmazlarsa Şam’da her gün olup bitenlere bakabilirler. Şam yöneticileri, tıpkı Mahmud Abbas gibi, kafasını kuma gömmüş bir devekuşu gibi davranıyor. “Devrimin zaferine” sevinme oyunu hızla söndü. Golan Tepeleri artık geçmişte kaldı ve Cebel’ul-Arab’da yaşayan halkı, İsrail’in kucağına ittiler; çünkü Arap dünyası Dürzilere karşı işledikleri suçları örtbas etti. Evet, her ne kadar İsrail’den yardım istemek, Şam rejiminin işlediği suçlara benzer bir suç olsa da bu böyle.
Alevilere karşı işlenen ve işlenmeye devam eden suçlardan, Şam’daki kilise katliamından, günlük cinayetlerden, evlere el konulmasından, ev sahiplerinin ırkçı nedenlerle yerlerinden edilmesinden… bahsetmeyeceğim. Ne var ki Şam’ın toplumsal dokusuna yönelik, yalnızca Siyonistlerin yararlandığı tüm bu yıkıcı davranışlara ve Şam yöneticilerinin tek düşmanlarını İran ve Hizbullah olarak görmelerine rağmen, Siyonistlere gösterilen tüm bu boyun eğme ve bazen Türkiye ve Katar’ın, bazen de ABD’nin aracılık ettiği karşılıksız doğrudan temaslar, Siyonist ordunun Güney Suriye’ye girmesini ve Şam’ın dış mahallelerine ulaşmasını, ayrıca Suriye askeri üslerine yönelik hava bombardımanlarını ve çıkarma operasyonlarını engellemedi. Böylece Netanyahu’nun sadece Büyük İsrail yolunda uygun gördüğü Suriye topraklarını işgal etmeyi hedeflemediği, aynı zamanda Suriye halkını daha da parçalamak ve bölmek istediği, bunun da 1920’den beri Siyonist liderlerin hedefi olduğu ortaya çıktı.
Dolayısıyla Lübnanlı yöneticiler, Filistin ve Suriye deneyimlerinin yanı sıra, Tom Barrack’ın meslektaşı Filip Habib denilen şahsın (ki ironik bir şekilde ikisi de Lübnan asıllıdır) daha önce verdiği Amerikan vaatleriyle ve söz konusu vaatlerin akabinde Siyonistler ve Lübnan’daki müttefikleri tarafından gerçekleştirilen Sabra ve Şatilla katliamlarıyla karşı karşıyadır. Tüm bu deneyimlerin ardından Lübnanlılar, daha önce yaşananlara benzer bir sonla yüzleşeceklerini idrak ediyor. Buradan, düşman ve Lübnan’daki para ile tutulmuş müttefiklerinin her gün yürüttüğü askeri ve psikolojik savaşa rağmen, teslim olmanın imkânsız olduğu inancı doğuyor. Söz konusu müttefikler, Arap petrolü ile besleniyor ve bazılarının elleri Lübnanlıların, Suriyelilerin ve Filistinlilerin kanına bulanmış durumda.
Bu arada Ürdün ordusunun Filistinlilerle yaşadığı deneyimi, kendisinin de tekrarlayabileceğini düşünen herkesin hayal gördüğüne ve rüyalara daldığına inanıyorum. Böylesi bir girişim, Lübnan’ı parçalayacak ve farklı mezheplerden oluşan bu topluluğu tek bir potada birleştirmeyi imkânsız hale getirecektir. Tehdit altındaki Lübnan rejimi manevralar yapıyor ve kurnazca hareket ediyor; ancak sembollerini kurtarmaya çalışmaktan da geri durmuyor.
Mevcut çatışmanın özü ise vesayetten kurtulmuş bir Lübnan meydana getirmekle ilgili.
Lübnan’daki yöneticiler, Amerikalılar ve Lübnan ile Arap bölgesindeki müttefikleri aracılığıyla Siyonistlerin baskısından kurtulamazlar. Önlerinde tek bir seçenek var: Kargaşa ve kendi halkının öldürülmesi! Bu da her şeyin yıkımı anlamına geliyor.
Kısacası, mesele Lübnan’ı işgalden kurtaran silahların imhası değil; Litani Nehri’nin güneyinin kapsamlı bir şekilde kontrol altına alınması ve Beyrut’un, Beyrut’ta bir İsrail askeri valisi olmadan İsrail kontrolüne alınmasına hazırlık olarak bölgenin tamamen boşaltılması girişimidir. Ülkeyi kurtarmak için ağır bedel ödeyenler, İsrail’e karşı aşılmaz bir set gibi tetikte bekliyor. Bu çatışma, eğer yaşanırsa, 1975’te patlak veren savaşta Lübnanlıların yürüttüğü çatışmadan daha kötü olacaktır. Dahası, bildiğimiz Lübnan’ı sonsuza dek bitirecektir.
Kudüs Haber Ajansı - KHA
İsrail, İran'a Karşı Sonraki Tura Hazırlanıyor
Barış Mukabilinde Teslim Olmak
Sınvar'ın Hamlesi Bir İntihar Mıydı?
Aksa Tufanı, İsrail'in Gücü Kader Değildir Diyor
