Düşmanın, İran'a karşı yürüttüğü savaş sonrasında ortaya çıkacak döneme dair yaptığı hesaplar, Tahran’ı nükleer program ve silahlanma konusundaki tercihlerinden vazgeçirmede başarısız oldu. İslam Devrimi lideri Ayetullah Ali Hamaney’in tutumları, ülkesinin stratejik politikalarında ısrarcı olduğunu ve “geleceğin, askeri ve bilimsel alanlardaki ilerlemenin her zamankinden daha hızlı bir şekilde sürdüğünü göstereceğini” açıkça ortaya koydu. Bu açıklamalar, doğrudan savaşın birer tepkisi olarak değil, Tahran’ın bölgesel rolünü pekiştirmeye ve çatışmayı yönetmeye yönelik bütüncül bir vizyonun parçası olarak değerlendirilmeli.
Hamaney’in, İranlı komutan ve bilim insanlarının suikastlarının kırkıncı yıldönümünde yaptığı konuşma da sıradan bir teselli ya da moral verme çabası değildi. Aksine, savaşın İran’ın karar mekanizmasında bir geri çekilmeye yol açmadığına, bilakis Tahran’ı iki paralel hatta – askeri ve bilimsel – daha geniş çaplı bir varlık kurmaya yönelttiğine dair derin bir inancı yansıtıyordu.
Saldırının durmasından bu yana bölge, caydırıcılık politikalarının ve açık bölgesel çatışma hâlinin sınandığı bir dizi dönüşüme sahne oldu. Bu gelişmelerin sonuçlarını, Ali Hamaney başka bir vesileyle şu sözlerle özetledi: “Dostlar ve düşmanlar bilmelidir ki, İran halkı hiçbir alana zayıf bir taraf olarak girmeyecektir; ister diplomasi sahasında, ister askeri alanda olsun, her ikisine de gücümüzle dolu ellerle gireriz.” Bu sözler, İran’ın yeni söyleminin dayandığı felsefenin bir yönünü ortaya koyuyor: Hesaplı inisiyatif alma ve etkin, dinamik bir denge kurma stratejisi. Bu yaklaşım, krizleri fırsata çevirme konusundaki geçmiş tecrübelerden besleniyor.
Bu yönelim, İran İslam Cumhuriyeti’nin tarihsel deneyiminden bağımsız değildir. Zira dış tehditlerle — Irak Savaşı’ndan nükleer yaptırımlara, oradan ekonomik baskılara kadar — her zaman iç yapıyı yeniden düzenleme, stratejik bağımsızlığı güçlendirme ve güvenlikten bilime dek daha sağlam iç yapılar inşa etme fırsatları olarak yüzleşmiştir. Bu bağlamda Hamaney’in söylemi, dışarıdan gelen her gerilim anında içerideki dinamiklerin harekete geçirilmesi çağrısı olarak okunabilir.
Tahran’da yakın zamanda yaşanan savaş, İran açısından en yüksek ihtimalle rejimi devirmeyi hedefleyen, en düşük ihtimalle ise caydırıcılığı sınamayı amaçlayan bir girişim olarak değerlendirildi. Ancak bu savaş, aynı zamanda güç ve zayıflık noktalarının ölçülmesi için bir fırsat oldu. Bu noktadan hareketle “stratejik sabır”dan “ateş altında ilerleme”ye geçiş söylemi daha iyi anlaşılabilir. Bu da, krizi yalnızca kontrol altına alma değil, çatışma anını bölgesel pozisyonu yeniden düzenleme süreci olarak değerlendirme yönelimini yansıtır. Bu dönüşüm, sürekli bir tırmanışı hedeflemekten çok, savaşın derslerinden iç ve dış düzlemlerde azami fayda sağlamayı amaçlar; sahadaki kısa vadeli hesapların ötesine geçer.
İç boyutta bu yaklaşım, askeri kurumlarla bilimsel topluluk arasındaki iş birliğinin, güvenlikle teknolojinin entegrasyonunun ve üretken bir seferberliğe benzer bir sürecin önemine işaret eder. Dış boyutta ise bu yaklaşım, İran’ın savaşı süreklilik arz eden bir mücadelenin yalnızca bir aşaması olarak gördüğünü hem müttefiklerine hem de düşmanlarına açıkça ifade eden bir mesajdır.
İran, kendisini kuşatma amacı güden artan baskı politikalarına karşı şu şekilde meydan okuyor: Bu baskıların artık geleneksel hedeflerini gerçekleştirmeye yetmediğine, hatta beklenenin aksine, İran İslam Cumhuriyeti içinde dayanışmayı pekiştirip öz yeterliliği artırdığına inanıyor. Bu bağlamda, Hamaney’in konuşmasından çıkarılabilecek en önemli sonuçlardan biri, İran’ın savaştan sonra artık kendisini farklı bir müzakere konumunda gördüğüdür. Bu konum, baskıların hafifletilmesini talep etmeye değil, siyasi eşitliği esas alan yeni bir denklemin tesisine dayanmaktadır.
Bu da uluslararası güçlerin önüne şu soruyu yeniden koymaktadır: Tahran’la ilişki, kontrol ve kuşatma temelinde mi sürdürülecek? Bu yolla sonuç alma ihtimali var mı? Tel Aviv ve Washington’daki siyasi ve güvenlik karar mercileri için hangi alternatif yollar masada?
Her hâlükârda, savaş sonrası dönemde İran’ın sergilediği performans, Tahran’ın sadece çatışmaların sonuçlarına katlanmakla yetinmediğini, aynı zamanda bu çatışmaları yeniden tanımlamaya ve gelecekteki seyrini belirlemeye çalıştığını ortaya koyuyor. Yaptırımların, savaşların ve krizlerin amacı İslami Cumhuriyet projesini zayıflatmak olsa da, İran bu projeyi sınırlamak yerine pekiştirme; daraltmak yerine genişletme yönünde ilerliyor.
Bu noktada, asıl mücadelenin yalnızca sahada değil, aynı zamanda şekillenmekte olan dengelerde de verildiği anlaşılıyor. İran, artık kenarda bekleyen ya da sadece tepki veren bir aktör değil; bölgesel dengeleri etkileyen ve göz ardı edilemeyecek bir güç olarak sahneye çıkıyor. Bu durumun yansımaları, önümüzdeki aylarda daha da netleşecek: Gerek Tahran’ın nükleer ve askeri programlarının geleceği açısından, gerekse bölgedeki direniş güçlerine verdiği destek bağlamında.
Kudüs Haber Ajansı - KHA