12 Haziran 2025 sabahında İsrail, İran’a karşı bir askeri harekât başlattı. Bu saldırı, Reza Pehlevi’nin Iran International televizyon kanalında yaptığı ve ülke çapında ayaklanmalar ile Ceyşu’l-Adl, MEK kalıntıları, Kürt ayrılıkçı partiler ve monarşist hücreler gibi grupların eylemlerini artırma çağrısıyla aynı zamana denk geldi. Bu zamanlama tesadüf değildi; aksine, büyük ihtimalle İsrail istihbarat ve savunma düşünce kuruluşlarında hazırlanmış kapsamlı bir güvenlik ve askeri planın göstergesiydi. Görünen o ki, şu anda sahnelenen gelişmeler, Amerika-İsrail ortak yapımı “Yeni Orta Doğu” planının bir parçası olarak yalnızca İran rejimini değil, bölgedeki diğer rejimleri de parçalayarak yeniden şekillendirmeyi hedefleyen adım adım uygulanan bir stratejinin ürünüdür.
İsrailli yetkililerin gayriresmî açıklamaları, Atlantic Council, Washington Institute for Near East Policy ve RAND Corporation gibi düşünce kuruluşlarının analizleri ile eski Mossad yetkililerinden Sima Shine’ın yorumları da dahil olmak üzere çok sayıda belge ve kanıt, İsrail’in İran’a yönelik stratejisinin yalnızca nükleer programını ortadan kaldırmakla sınırlı olmadığını ortaya koymaktadır. AP News’e konuşan Shine’a göre, bu saldırılar İran’ın nükleer tesislerini hedef almak üzere yıllar süren planlamaların sonucudur. Bu daha geniş strateji; rejim değişikliği, yumuşak parçalanma ve İran’ın bölgedeki dengeleyici güç olarak uzun vadede zayıflatılmasını da kapsamaktadır.
Uluslararası ilişkiler alanının önde gelen teorisyenlerinden Stephen Walt, Foreign Policy dergisinde yayımlanan yazısında, İsrail’in "güç yoluyla barış" projelerinin doğası gereği istikrarsızlaştırıcı olduğunu ve sadece yeni çatışma ve savaş döngülerine yol açtığını savunuyor. Hegemonyayı, diğer aktörler tarafından tanınan, tartışmasız bir güç üstünlüğü olarak tanımlarsak, Amerika'nın İsrail’i Orta Doğu’nun süper gücü haline getirme politikası yalnızca daha büyük rekabetler ve istikrarsızlıklar yaratmaktadır. Washington’un İsrail’i bölgenin jandarması olarak konumlandırma projesi başarısızlığa mahkûmdur. Pakistan'dan İran’a, Türkiye, Mısır, Suudi Arabistan ve Katar’a kadar hiçbir ülke İsrail’e böyle bir rol tanımamaktadır. 1973’teki OPEC petrol ambargosunun ya da 1967’dekine benzer savaşların yeniden yaşanması, mevcut tablo göz önüne alındığında hiç de uzak bir ihtimal değildir. Abraham Anlaşmaları çerçevesinde Batı’nın yıllardır süren normalleşme çabalarına rağmen, birkaç istisna dışında, neredeyse hiçbir ülke İsrail’in hukuki ya da fiili varlığını tanımamakta, hegemonyasını ise hiç kabul etmemektedir.
Eylül 2023'te BM Genel Kurulu'nda yaptığı konuşmada Benjamin Netanyahu, Filistin’i haritadan silerek Batı Şeria ve Gazze’yi İsrail’in bir parçası gibi gösteren “Yeni Orta Doğu” haritasını açıkladı. Bu durum, İsrail’in bölgeyi kendi lehine yeniden şekillendirme arzusunun ve Filistinlilerin haklarını tamamen göz ardı eden bir yaklaşımın açık bir göstergesi olarak geniş çapta değerlendirildi. Netanyahu, Ekim 2020’de de bazı Arap ülkeleriyle yapılan normalleşme anlaşmalarına atıfta bulunarak “Orta Doğu’nun haritasını değiştiriyoruz” demişti—ancak bu anlaşmaların sonunda bir sonuca ulaşmadığı görüldü. Bu ifadeler, İsrail'in bölgeye hakim olma stratejisinin bir parçasıydı ve o dönemde daha az ciddiye alınmış olabilir; ancak bugün, Trump’ın ABD’de yeniden iktidara gelmesiyle birlikte, Ortadoğu ülkeleri için parçalanma ve çöküş domino etkisi her zamankinden daha yakın.
Bazı Batılı analistler ve İsrail ile yakın bağları olan sürgündeki İranlı muhalif figürler—özellikle monarşistler—İslam Cumhuriyeti'nin çöküşünün İran'ı “normal” bir ülkeye dönüştüreceğini ve Batı ile İsrail dostu bir bölgesel düzene kolayca entegre olacağını yanlış bir şekilde düşünüyor. Ancak bu analiz, İran’ın tarihsel kimliğini, toplumsal dokusunu ve jeopolitik konumunu göz ardı ediyor. İran, İslam Cumhuriyeti tarafından ya da başka bir sistem tarafından yönetilsin, jeostratejik ve jeopolitik duruşu gereği İsrail hegemonyasını asla kabul etmeyecektir. İran’ın toprak büyüklüğü, demografik yapısı, kültürel ve medeniyet temelli kapasitesi, onu doğası gereği bölgesel bir güç haline getiriyor. Türkiye, Suudi Arabistan, Katar ve Mısır gibi aktörler de Siyonist bir hegemonyayı doğrudan tehdit olarak algılıyor.
İsrail’in ABD ve bazı Avrupa hükümetlerinin desteğiyle yürüttüğü “savaş yoluyla barış” stratejisi, geçmişteki sömürgeciliğin mantığını yansıtmaktadır. Sykes-Picot Anlaşması, Britanya ve Fransa’nın sömürge planları, İran, Irak, Suriye ve Mısır’da düzenlenen darbeler hep Batı çıkarlarına boyun eğen bir Orta Doğu yaratmayı hedeflemiştir. Bugün bu hedefler, yeni araçlarla varlığını sürdürmektedir—örneğin Mossad’ın İran içinde yürüttüğü gizli operasyonlar, silah kaçakçılığı ve insansız hava aracı saldırıları gibi. Bu tür yöntemler, savaşı “barış” olarak yeniden ambalajlamakta; ister soykırım, isterse toprak gaspı yoluyla olsun, çatışmayı meşrulaştırmaktadır.
Böylesi bir projenin uygulanabilirliği ise ciddi şekilde tartışmalıdır. Zengin tarihi, derin kültürel kökleri ve stratejik önemiyle İran’ın, dış müdahaleyle rejim değişikliğine boyun eğmesi pek olası değildir. Siyasi görüşleri ne olursa olsun İranlılar, güçlü bir ulusal kimlik ve egemenlik duygusuna sahiptir ve dışarıdan empoze edilecek bir düzene karşı direnç gösterirler. Bölgedeki dinamikler de oldukça karmaşıktır; Türkiye, Suudi Arabistan ve Mısır gibi ülkeler, İsrail hegemonyasıyla örtüşmeyen kendi çıkarlarını ve hedeflerini takip etmektedir. Örneğin Türkiye, bölgesel nüfuz kazanma arzusu ve Filistin davasına verdiği destekle hareket ederken; Suudi Arabistan ise İsrail’in artan etkisinden endişe duymaktadır ve bu tür planlara muhtemelen karşı çıkacaktır. Bağımsız dış politikası ve Filistin’deki Müslüman Kardeşler’e verdiği örtülü destekle öne çıkan Katar da, İsrail’in bölgede baskın bir güç olmasını kabul etmeyecektir.
Ayrıca, tarih göstermektedir ki İran'da rejim değişikliğine yönelik dış müdahale girişimleri — örneğin 1953'te Musaddık'a karşı düzenlenen darbe — çoğu zaman sert direnişle karşılaşmış ve istenmeyen sonuçlar doğurmuştur. Bu tarihsel deneyim, İran’a yönelik herhangi bir dış müdahalenin Batı’nın arzuladığı düzeni kurmaktan ziyade istikrarsızlığa yol açma olasılığının daha yüksek olduğunu göstermektedir. Nitekim geçmişte Batı’nın Halkın Mücahitleri (MEK) gibi muhalif gruplara verdiği destek de rejim değişikliğini sağlayamamış, aksine İran milliyetçiliğini daha da güçlendirmiştir.
İsrail’in İran için rejim değişikliği planı, terörist grupların harekete geçirilmesi ve uluslararası baskı, bölgesel istikrarı zayıflatmaktan, kaosu artırmaktan ve şiddeti yaymaktan başka bir sonuç doğurmaz. İsrail hegemonyasını kabul etmek, sadece İran için değil, hangi siyasi sistem altında olursa olsun, aynı zamanda diğer bölgesel devletler için de mümkün değildir. Gerçek barış, vekalet savaşları ve karmaşık darbelerle sağlanamaz. Barış; diyalog, güç dengesine saygı ve bölgesel gerçeklerin kabulüyle mümkündür. Kuvvet ve bölünme üzerine kurulan her proje, kısa süreli bir zafer illüzyonu yaratmış olsa da, sonunda başarısız olmaya mahkûmdur.
Uluslararası toplum, özellikle Birleşmiş Milletler gibi kurumlar, bu hegemonik emellerin tehlikelerini mutlaka fark etmelidir. Orta Doğu’da barış, ancak kapsayıcı diyalog ve bölgedeki tüm ülkelerin egemenliklerine ve haklarına saygı gösterilerek sağlanabilir; bir ulusun iradesini diğerlerine dayatarak değil.
Kudüs Haber Ajansı - KHA