“Bu, İsrail Devleti tarihindeki en büyük zafer diyebilir miyiz?” İsrail’in Kanal 12 televizyonunda, savaş sonrası yayında sunucunun emekli General Giora Eiland’a sorduğu soru buydu. Eiland, Gazze’nin kuzey şehirlerini aç bırakmayı ve etnik olarak temizlemeyi amaçlayan sözde “Generaller Planı”nın mimarı olarak biliniyor. Ateşkesin yürürlüğe girmesinden yaklaşık iki saat sonra gelen bu soruya Eiland mütevazı bir yanıt verdi. 1967 Savaşı’nın zaferi daha büyüktü, dedi; ama bu da kesinlikle büyük bir başarıydı.
1967 Savaşı sonrası oluşan coşkuyu hatırlayacak kadar yaşlı biri olarak, İran’la yaşanan bu “12 Günlük Savaş” ile Altı Gün Savaşı arasındaki yankıları inkâr edemem: Aynı şekilde, varoluşsal bir tehdit algısının ortadan kalktığına dair toplumsal rahatlama, düşmanın performansıyla alay edilmesi ve küçümsenmesi, İsrail’in askeri gücüne duyulan ezici gurur — ve bu zaferin ülkenin geleceğini onlarca yıl boyunca güvence altına aldığına olan inanç.
Ancak tarih bize hatırlatıyor ki, Haziran 1967 savaşı İsrail’in son savaşı olmadı. Aksine, bir anlamda yeni bir kan dökme çağının başlangıcıydı. Şu anda Gazze’de süren savaş ve belki de İran’la yaşanan savaş da, o “şanlı zaferin” doğrudan devamı olarak görülebilir.
1967 sonrası İsraillilerin bu savaşın arzuladıkları dönüşümü getirmediğini fark etmeleri yıllar aldı. Bu kez ise hayal kırıklığı neredeyse anında kendini gösterdi. ABD Başkanı Donald Trump’ın ani ateşkes ilanından sadece saatler sonra, İran’a karşı kazanılan zaferin İsrail’in İslam Cumhuriyeti ile olan çatışmasını sona erdirmesinin pek olası olmadığı, hatta gelecekteki savaşlara son vermeyeceği zaten açıktı.
Pazar sabahının erken saatlerinde, ABD’nin İran’ın nükleer tesislerine düzenlediği saldırının hemen ardından, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu televizyonda şöyle dedi: “İran’ın nükleer tesislerinin bir şekilde yok edileceğine söz vermiştim. Bu sözü tuttum.” Trump da televizyonda benzer bir açıklamayla saldırının “tam anlamıyla yok edici” olduğunu söyledi.
Ancak İran, saldırıdan önce Fordow’daki zenginleştirilmiş uranyumun çoğunu tahliye ettiğini iddia etti. CNN’in ABD istihbarat kaynaklarına dayandırdığı haberine göre ise saldırı İran’ın nükleer programını “en fazla birkaç ay” geciktirmiş olabilir. Savaşın resmi hedefi İran’ın nükleer tehdidini ortadan kaldırmak olduğuna göre — ve ABD istihbaratı zaten İran’ın kısa vadede bomba üretmeye yakın olmadığını düşündüğüne göre — bu hedefe ulaşıldığını söylemek oldukça zor.
Savaşın bıraktığı ‘acı tat’
Bu savaşın Orta Doğu’daki caydırıcılık dengesi üzerindeki etkisi de tartışmalı. Bir yandan İsrail, İran hava sahasında serbestçe uçabildiğini, üst düzey İranlı savunma yetkilileri ve nükleer bilim insanlarının yerini kesin olarak bildiğini ve hedefli saldırıları olağanüstü bir hassasiyetle gerçekleştirebildiğini gösterdi. Operasyonel ve teknolojik kapasitesi tam anlamıyla sergilendi.
İsrail ayrıca, uluslararası hukuku hiçe sayarak, İran ile Trump yönetimi arasında devam eden müzakereleri görmezden gelerek, bölgenin zorbası gibi davranabileceğini ve yine de Batı’nın — özellikle Washington’un — koşulsuz desteğini almaya devam edebileceğini de ortaya koydu.
Ancak Netanyahu’nun ABD’yi kendi başlattığı bir savaşa çekme başarısı, İsrail’in bölgesel bir güç olarak imajını güçlendirmiş olsa da, İran’ın kurduğu caydırıcılığı göz ardı etmek ciddi bir hata olur.
1948’den bu yana İsrail’in büyük şehirleri hiçbir zaman bu savaşta olduğu gibi sürekli ve doğrudan bir tehditle karşı karşıya kalmamıştı: birden fazla bina yerle bir oldu; 25 bina daha yapısal hasar nedeniyle yıkım için sıraya alındı; 29 İsrailli sivil hayatını kaybetti; yaklaşık 10.000 kişi evsiz kaldı; 40.000’in üzerinde tazminat başvurusu yapıldı; şehir sokakları boşaldı ve ekonomik faaliyetler durma noktasına geldi. 7 Ekim korkunçtu, ancak birçok İsrailli için bu, tekil bir felaket olarak algılandı. İran’la yaşanan 12 günlük savaş ise, uzun süredir sahip oldukları güvenlik hissini zedeledi. Milyonlarca insan ilk kez kendini gerçekten savunmasız hissetti.
İran, İsrail’in en gelişmiş savunma sistemlerine rağmen iç cephelerinin hâlâ kırılgan olduğunu gösterdi. Tel Aviv, Bat Yam ve Beer Şeva’daki yıkım görüntüleri, Gazze’den gelen kareleri andırıyordu — ve bu görüntüler, İran rejimini desteklemeyen kesimler de dâhil olmak üzere, bölgede geniş çapta paylaşıldı. İsraillilerin çoğu, İran’a ciddi bir darbe vurmanın bu acıya “değdiğini” düşünse bile, sığınaklara yapılan koşuşturmalar, uykusuz geceler ve günlük yaşamın altüst olması psikolojik olarak kalıcı bir iz bıraktı. Eğer çatışma yeniden başlarsa, İsrailliler bir daha aynı soğukkanlılıkla yaklaşmayabilir.
Netanyahu ve İsrail liderliğinin İran'la uzun süreli bir çatışma arayışında olmadığı açık — zira bu, kampanyanın ilk günlerinde hâkim olan “tam zafer” anlatısını zayıflatacaktı. Muhtemelen bu yüzden, ABD’nin İran’daki nükleer tesislere yönelik saldırısının hemen ardından, çoğu İsrailli yorumcu ve analist “hikâyeyi birkaç gün içinde kapatma”dan söz etmeye başladı.
Ancak yalnızca 12 gün süren bu sınırlı çatışmada bile, İsrail kendi açıkladığı hedeflerine ulaşamadı. Saldırının başlamasından kısa bir süre sonra düzenlenen bir basın toplantısında Netanyahu üç ana hedef belirledi: İran’ın nükleer programını ortadan kaldırmak, balistik füze yeteneklerini yok etmek ve “terör ekseni”ne verdiği desteği kesmek. Savunma Bakanı İsrael Katz daha da ileri giderek, İsrail’in hedeflerinden birinin Ayetullah Ali Hamaney’i suikastla ortadan kaldırmak — yani rejim değişikliğini tetiklemek — olduğunu söyledi.
Bu “nihai hedef”e ulaşılamadı. Trump ile Tahran arasında varılan ateşkes anlaşmasının ayrıntıları hâlâ belirsizliğini korusa da, Netanyahu’nun belirlediği üç hedefin de gerçekleşmediği net. İran, nükleer müzakerelere dönmek için acele etmiyor ve Washington’u, İsrail saldırılarına göz yumarken diplomasi yaptığını iddia ederek ikiyüzlülükle suçluyor. İsrail Genelkurmay Başkanı Eyal Zamir’in “önleyici saldırının” ana gerekçesi olarak gösterdiği İran’ın füze cephaneliği ise hâlâ kısıtlanmış değil. Ayrıca İran’ın İsrail’i çevreleyen vekil güçlerinden oluşan “ateş çemberi”ne verdiği destek de azalmış değil.
Askeri anlamda İsrail üstünlüğünü göstermiş olabilir, ancak diplomatik olarak pek bir kazanç sağladığı söylenemez. Bu sonuç aslında şaşırtıcı değil: Gazze savaşının başlangıcından bu yana Netanyahu, askeri eylemler için net diplomatik hedefler belirlemekten büyük ölçüde vazgeçti ve bunun yerine, Gazze’den Lübnan’a, Suriye’den şimdi de İran’a kadar her yerde, gücü tek politika aracı olarak kullanmaya yöneldi.
Bu son cephe de bu yaklaşımın sınırlarını bir kez daha gözler önüne serdi. İlk günden itibaren İran, ateş altında müzakere etmeyeceğini ilan etti ve nükleer görüşmelere dönüş için önce ateşkes istedi. İsrail ise reddetti; Netanyahu, daha önce Hamas’a uyguladığı stratejiyi İran’a da uygulamaya çalıştı: sadece ateş altındayken müzakere. Ancak sonunda, bilinen herhangi bir ön koşul olmadan bir ateşkes ilan edildi — tam da İran’ın talep ettiği gibi.
Açıklanan “iddialı hedefler” ile elde edilen “belirsiz kazanımlar” arasındaki uçurum, şimdiden özellikle İsrail sağında hayal kırıklığı yaratmaya başladı. Maliye Bakanı Bezalel Smotrich, “kararlı zaferin” yanında “acı bir tat” kaldığını söyledi. Savaş sırasında İsrail televizyonlarında sıkça yer alan İran doğumlu analist Benny Sabti ise şu tweet’i attı: “Devam eden roket saldırıları ve can kayıpları arasında ateşkes irrasyonel bir karar. İran güçlenerek çıkacak.”
Netanyahu’nun ABD ordusunu İsrail’in başlattığı bir savaşa dahil etmedeki başarısı olarak sunulan diplomatik hamle de şimdi yeniden değerlendiriliyor. Daha birkaç gün önce, bu durum Netanyahu için kişisel bir zafer olarak görülüyordu; milletvekili Aryeh Deri, Trump’ı “Yahudi halkı için Tanrı’nın elçisi” olarak nitelendirmişti. Ancak Fordow’daki son darbeyi ABD’nin vurmasına izin vererek, İsrail bir ölçüde kontrolü devretmiş oldu. Bu durum, son kararı hâlâ Trump’ın verdiğini açıkça gösterdi. İran, ateşkesten üç saat sonra füze fırlattığında İsrail savaş uçaklarını misilleme için havalandırdı. Ancak uçaklar hâlâ yoldayken Trump, Truth Social hesabından İsrail’e açıkça “O BOMBALARI BIRAKMAYIN” diye uyarıda bulundu ve uçaklar geri döndü.
Siyasi bir yeniden doğuş mu?
Yüzeyde bakıldığında Netanyahu bu savaşın İsrail'deki büyük kazananı gibi görünüyor. Medyadaki en sert eleştirmenleri bile askeri başarıdan dolayı ona övgüde bulundu; destekçileri ise onu tekrar neredeyse kutsal bir figür gibi konuşmaya başladı. Netanyahu’nun kendisi de adeta yeniden doğmuş gibi: röportajlar veriyor, füze isabet alan yerleri ziyaret ediyor, halkla birlikte falafel yiyor — bunlar, yargı reformu sürecinin başlamasından ve özellikle 7 Ekim’den bu yana tamamen terk ettiği jestlerdi. Bu nedenle, medyada erken seçim çağrısı yapabileceği yönünde spekülasyonlar şimdiden dolaşmaya başladı.
Ancak İsrail’in İran’a ilk saldırısından bu yana yayımlanan anketler, Netanyahu için beklendiği kadar cesaret verici değil. Likud biraz toparlanmış görünse de, sağ koalisyon bloku hâlâ 50 sandalyede takılı kalmış durumda — bu da muhalefetin hükümet kurmasını engellemeye yetmiyor. Bunun olası bir açıklaması da, savaşın asıl kahramanlarının Netanyahu değil, onun karşısında yer alan protesto hareketinin sembolü olan hava kuvvetleri pilotları ve istihbarat subayları olarak görülmesi olabilir.
Netanyahu’nun İran’la savaşı başlatmak için tam da bu anı seçmesinin başlıca nedeni, Gazze’yi gözden uzaklaştırmaktı: Hamas’ı ortadan kaldırmadaki başarısızlığını unutturmak; hâlâ esaret altında tutulan rehineleri unutturmak; Gazze Şeridi’nden gelen korkunç görüntülerin yol açtığı uluslararası öfkeyi unutturmak; savaşa dair artan iç kamuoyu memnuniyetsizliğini unutturmak ve Filistinlileri Gazze’nin güneyine sürüp oradan da tamamen çıkarmayı hedefleyen korkunç planın neredeyse hiçbir ilerleme kaydedemediğini, sadece yiyecek kuyruğundaki aç sivillere ateş açmakla sınırlı kaldığını unutturmak.
Ancak İran’la savaş sona erdiğine göre, Gazze artık yeniden göz ardı edilemez bir mesele haline geldi. Hatırlatmaya ihtiyacı olan herhangi bir İsrailli fazla beklemedi: 25 Haziran’da, Han Yunus’ta bir EYP (el yapımı patlayıcı) saldırısında yedi asker hayatını kaybetti. Netanyahu’nun aksine umduğu gibi, Gazze savaşını sonlandırma yönündeki baskılar artık daha da artacağa benziyor.
Aslında Han Yunus’taki ölümcül olaydan önce bile, özellikle yedek askerler arasında, Gazze’de görev yapan İsrail askerleri arasında belirgin bir yorgunluk ve umutsuzluk hissi hâkimdi. İran’la yapılan savaş, İsrailliler arasında şu inancı pekiştirmiş olabilir: Ülke, İran’ın nükleer programı gibi sözde varoluşsal bir tehdit ile başa çıkabiliyorsa, Hamas gibi çok daha küçük bir tehditle de başa çıkabilir; savaşı sonlandırıp rehinelerin serbest bırakılması karşılığında bir anlaşma yapabilir. Gerçekten de, Gazze’de hâlâ esir tutulan İsraillilerin ailelerini temsil eden başlıca grup olan “Rehineler ve Kayıplar Aileleri Forumu” bu bağlantıyı kurmakta gecikmedi. İran’la bir ateşkes sağlayabilen birinin, Gazze savaşını da sona erdirebileceğini” belirttiği bir açıklama yayımladı.
Trump’ın şimdi imajını bir barış yapıcı olarak güçlendirmek için Gazze savaşını sona erdirmeye çalışıp çalışmayacağı henüz belli değil. Ancak eğer bu yönde ilerlerse, Netanyahu’nun buna direnmesi çok daha zor olacaktır; özellikle de İran’la savaşı sonlandırma kartını fiilen Trump’a teslim etmişken.
Trump’ın önde gelen MAGA figürlerinden Steve Bannon’ın Netanyahu’ya yönelik öfke dolu açıklaması —Trump aracılığıyla sağlanan ateşkesi ihlal ettiği gerekçesiyle onu “gözünü budaktan sakınmayan bir yalancı” olarak nitelendirmesi— bu gerginliğin erken bir işareti olarak değerlendirilebilir. Ayrıca, İran savaşı sırasında refleksif bir “Batı’ya karşı Doğu” dayanışmasıyla İsrail’i destekleyen birçok Avrupa ülkesi de, artık Gazze’deki “acıların sona erdirilmesi” için İsrail’e yönelik yaptırım tehditlerini artırabilir ve hatta bu tehditleri hayata geçirebilir.
Netanyahu, son otuz yıldır İran’dan gelen “varoluşsal tehdit” kartını ve yalnızca kendisinin bunu etkisiz hale getirebileceği iddiasını en güçlü siyasi kozlarından biri olarak kullandı. Ancak şimdi bu kartı oynadı. Ve yakın gelecekte bu kartı yeniden oynaması kolay olmayacak. İran’ın nükleer bomba üretmenin eşiğinde olduğunu yeniden iddia etmesi, daha yeni kutladığı “kesin zafer” anlatısını kendi eliyle çürütmek anlamına gelir.
Bu durumda Netanyahu’nun elinde Gazze’deki etnik temizlik ve Batı Şeria’nın ilhakı gibi, siyasi açıdan çok daha zayıf kalan başka hedefler kalıyor — özellikle de bunlar İran’dan gelen tehdit söylemiyle desteklenmediği takdirde.
Artık güçlü bir kartı kalmayan Netanyahu, Gazze konusunda kapsamlı bir anlaşmayı —yakın zamanda, Netanyahu’nun uzun süredir sadık müttefiki ve eski Washington Büyükelçisi Gilad Erdan tarafından ortaya atılan bir plan— en geçerli çıkış yolu olarak görebilir: Savaşı bitir, rehineleri (hayatta kalan birkaçını) geri getir ve İran zaferinin dumanlarıyla, geri dönen rehinelere sarılan fotoğraflarla seçimlere git.
Smotrich ve Ben Gvir böyle bir durumda koalisyondan çekilebilir. Ancak Netanyahu seçimleri kazanırsa, büyük ihtimalle yargı reformunu ve Batı Şeria’nın ilhakını gerçekleştirmek için yeniden koalisyona dönerler. Bu dramatik bir kumar olurdu ve Netanyahu’nun son 20 ayda yaptığı hemen her şeyin tersine bir yönelim anlamına gelirdi. Ama paradoksal bir şekilde, İran savaşının belirsiz şekilde sona ermesi, böyle bir dönüşümün ihtimalini artırmış olabilir.
Kudüs Haber Ajansı - KHA