Gazze’de Siyonist katliamının yeniden başlamasından bu yana bir saat geçmiyor ki Filistinlilerin tamamının veya bir kısmının Filistin dışına tehciri ve topraklarının Siyonist varlığa ilhak edilmesi ya da Fransız Rivierası’na benzer şekilde zenginler için bir tatil beldesine dönüştürülmesi muhtemel vatanlarına geri dönme hakkının reddedilmesiyle ilgili bir girişim, haber veya sızdırılmış bilgi duymayalım. Bu sömürgeci-Siyonist istek, direnişi siyasi bir partiye çevirmek veya Filistinlileri izole nüfus merkezlerine dönüştürmek gibi siyasi, parlak söylemlerle birlikte resmi bir Arap talebi haline geldi. Bazı Arap aydınları da ana sloganı katliamı durdurmak olan insani bir retorikle söz konusu söylemi benimsedi.
Tam zıtta bir noktada ise Siyonist varlığın kurulması fikri, Tevrat’taki “Aliyah (yukarı çıkma/ Kudüs’e dönüş) veya Siyon’a (Küdüs ve bütün İsrail diyarına) dönüş” anlayışı ile kendini gösteriyor ki bu anlayış, Babil devletinin yıkılmasından sonra Yahudilerin Babil’den Filistin’e dönüşü ve Pers kralı Kiros’un bu dönüşe izin vermesi efsanesine bağlanıyor.
Pazarlarını genişletmek isteyen sömürgeci güçler, dini azınlıkları koruma bayrağı altında kontrollerini genişletmek amacıyla Osmanlı İmparatorluğu’nun (hasta adamın) gövdesine nüfuz etmek için mevzubahis fikirde bir Truva atı gördüler. 1897’de gerçekleşen Birinci Siyonist Kongre’den önceki on yıl boyunca, Doğu Avrupa’dan gelen Yahudi yerleşimciler on dokuz yerleşim yeri kurdu; bunlardan ilki, 1887’de Filistin’deki Melbi köyünün bulunduğu yere kurulan “Petah Tikva” idi.
Gelişmekte olan kapitalizm, “feodal sistemin son tezahürü mesabesindeki mevcut tüm imparatorlukların yıkılmasını” ve “kapitalist sistemin inşasının tamamlanması için zorunlu bir gereklilik olan Avrupa ulus-devlet kavramına geçişi” lüzumlu kılan bir gelişme aşamasına ulaşmıştı.
Filistin’de bir Yahudi devleti kurma fikri, kapitalist projede ancak I. Dünya Savaşı’ndan, bölgede kapitalist merkezlerin fabrikalarını idarede başlıca malzeme haline gelen petrolün bulunmasından ve bölgeyi gelecekte önemli bir pazara dönüştürecek bir servet birikiminin ortaya çıkma olasılığından sonra öncelikli bir konu haline geldi.
Yahudilerin “Aliyah”ının, Balfour Deklarasyonu’nun 1916’daki devlet olma vaadinin, Amerika Birleşik Devletleri’nin önderlik ettiği yeni kapitalist sömürge döneminin koşullarına uygun gerçek bir devlete dönüşmesini tetikleyecek çağdaş bir olay tarafından desteklenmesi zorunluydu. İşte, birden Holokost, beraberindeki tüm mübalağa ve abartılarla burada kendini gösterdi. Bu bağlamda Babil “Aliyah”ından Holokost’a kadar Yahudi tarihinin bir parçası olmak; Tevrat’taki ilahi vaade ve sömürgeci Balfour Deklarasyonu’na dayalı geri dönüş hakkına sahip olmak adına Yahudi itikadının benimsenmesi yeterli oldu.
Filistin’de Siyonist varlığın kurulması, çevredeki ülkelerde sömürge projesine bağlı bir grup rejimin kurulmasına eşlik etti. Sömürge projesine organik bağı olan bu itaatkâr rejimler, tahtlarını ve çıkarlarını korumak için tüm ulusal sabitelerden vazgeçmek zorunda kaldılar.
Bu teslimiyet, söz konusu yeni Siyonist varlığa bölgenin coğrafyasında serbestçe hareket etme fırsatı sağladı. Çevresindeki tüm ülkelerle savaştı, onları yendi ve topraklarının bir kısmını işgal etti. Yakınlarındaki ülkelere hava saldırıları başlattı, Irak ve Tunus’u bombaladı ve hiçbir Arap rejimi onunla ciddi bir şekilde yüzleşmeye cesaret edemedi.
Sömürgeci güçler, bölgedeki projelerinin ana aracı olan “zaman ve mekânı aşan” bir Siyonist varlık meydana getirmeyi gerçekten başardılar. Meşum sömürge baharından sonra da bu Siyonist varlığı sömürgeci gücün yörüngesindeki ülkeler grubuna liderlik eden bir sömürge merkezine dönüştürmeye başladılar.
Sömürgecilerin planı resmi olarak kayda değer bir dirençle karşılaşmadı. Resmi Arap rejimleri, Camp David’ten başlayıp Oslo ve Vadi Arabe Anlaşmaları ile devam eden ve İbrahim Anlaşmaları ve Arap NATO’suna kadar kademeli olarak artan barış projelerine hızla dahil oldular. Yeri gelmişken söyleyelim bu son iki proje, kapitalist merkezin siyasi ve ekonomik çıkarlarını -özellikle askerî alandaki çıkarlarını- asgari maliyetlerle elde etmesini sağlıyor.
Sömürge düzenine yönelik tatmin halini, yalnızca, yurtlarındaki resmi suç ortaklıklarını kırmaya ve Arap sokağında geleceği, itaatkâr resmi Arap rejimlerinin gözünden farklı gören devrimci bir ruh halini meydana getirmeye çalışan direniş hareketleri çekirdeğinin ortaya çıkması bulandırdı. Resmi Arap ve sömürgeci rejimler arasında söz konusu direnişe karşı bir ittifak olmasına rağmen direniş, sömürgeci projeye karşı koymada önemli başarılar elde etti. Lübnan’daki 17 Mayıs Anlaşması’nı devirdi, Güney Lübnan’ı özgürleştirdi, Yeni Orta Doğu projesini ve daha sonra Yüzyılın Anlaşması’nı çökertti ve bugüne kadar İbrahim Anlaşmaları’nı engelledi.
Arap-sömürgeci ittifakı, meşum Arap Baharı’nın geride bıraktığı kaosun, projesini yeniden canlandırmak için kendisine yeni bir fırsat tanıyacağına inanıyordu. Ancak Gazzeli gençler, kapitalist tarihle bağlarını koparmaya ve kapitalizmin 75 yıl önce belirlediği çizgileri aşmaya karar verdiler. Filistinlinin topraklarıyla ilişkisinin, vaat edilen barışın gerçekleşmesinden sonra bir turist gibi ziyaret edeceği kayıp bir cennete duyulan özlem olmadığını ilan etmek için 7 Ekim destanına hayat verdiler. Nitekim 7 Ekim, bedeli ne kadar yüksek olursa olsun, geri dönüş uğruna bir mücadele ve fedakârlık demekti.
Bugün Filistin halkının topraklarına dönüşü fikri, Washington’daki Oval Ofis’te oturanlardan, Tel Aviv’de nihai zafer arayanlara ve kapitalist Arap sisteminin sarsılan tahtlarını işgal edenlere kadar herkesi tehdit ediyor.
Bu sebepten 7 Ekim Destanı’na verilen karşılık, bir savaş şeklinde değil, herkesin tüm gücüyle katıldığı bir katliam şeklindeydi. Sömürgeci güçler silahları ve siyasi nüfuzuyla, Siyonist düşman öldürme makinesiyle ve resmi Arap rejimleri Filistinlileri terk ederek ve ülkelerinin kapılarını düşmanla ticaret yapmaya açarak bu katliama iştirak etti. Efendilerine “Biz buradayız” mesajını gönderen Arap rejimleri direnişin destekçilerini tutukladı, zulmetti, direnişin silahsızlandırılmasını talep etti, direnişi desteklemeye çalışanları suçlu ilan etti, kahramanları suçlulara dönüştürdü ve bizzat direnişi, Filistin davasının tarihi boyunca Arapların resmi tutumlarındaki zayıflıktan ve kendi hallerine yalnız bırakılmasından sorumlu tuttu.
7 Ekim’de parıldayan deha, tüm bu iş birlikçileri geride bir noktada bıraktı; Siyonist varlığın hem zaman ve hem de mekân bakımından bölgede geçici olduğunu, ümmetin tamamının aynı görüşü paylaştığını, Yemen’den Irak ve Lübnan’a kadar -sonuçları ne olursa olsun- savaşa girmeye hazır olduğunu ilan etti: Yaşananlar gelecekte olacaklar için bir provaydı ve “inananlar galip gelecekti.”
Kudüs Haber Ajansı - KHA