Siyasi ve medyatik hamleler bir güne bir gün tartışmaya son noktayı koyamadı. Bu tartışmaların kamuoyunda büyük bir etkisi var. Lübnan gibi bir ülkede sınıfsal sistemin dezavantajları, fanatizmin, belli bir sınıfın çıkarlarının ötesine geçen bir fikrin savunulmasının gerekçesi haline gelmesini engellemiyor. Ülke kaderinin ilmi kurallara ve bütüncül ölçütlere göre ele alınması yasak olunca herhangi bir temel mevzunun tartışılması bile ilmi olmayan hesaplamalara konu olmakta ve net kriterlere dayanmamakta.
ABD, bugün Lübnan’a kendisine tabi bir sömürge muamelesi yapıyor ve yeni yönetimin başındakileri de tartışma ve itiraz hakkı olmayan takipçiler olarak görüyor. Amerika, tuttuğu yolda, sadece kendi bakış açısına göre hareket edenlere değil, aynı zamanda işgale karşı gerçekleşen direnişe karşı çıkan ve silahsızlanması çağrısında bulunan güçler gibi Amerikan bakış açısını benimseyen güçler ve şahsiyetlere dayanmakta.
Bu güçler, (henüz sona ermemiş olsa da) İsrail’in Lübnan’a karşı yürüttüğü savaşın sonuçlarının, direnişin durumunu, Lübnan’a zarar veren patolojik bir eylem olarak değerlendirme yönünde daha fazla ileri gitmelerine olanak sağladığını düşündü. Dolayısıyla direnişin elinden silahının alınması onlara göre yapabilecekleri en asgarî işti. Ayrıca bölgedeki ve dünyadaki güçlü ülkelerin güvenini kazanmak namına onların taleplerini dikkate almaları, özellikle de İsrail ile her türlü aktif düşmanlığı önlemeleri gerekmekteydi. Bu noktada Lübnan’daki direnişe karşı çıkanlar arasında Filistin meselesinin Lübnanlıları ilgilendirmediğini, Filistin halkına karşı hiçbir siyasi, ulusal veya ahlaki bağlılığın haklı bir gerekçesi olmadığını giderek daha fazla savunanların bulunduğunu belirtmekte fayda var. Bu insanlar nihayetinde tek bir sonuca varıyor: İsrail, savaşılması veya kendisine karşı hazırlanılması gereken bir düşman değildir!
Bugün sorun, yürütülen kampanyanın türü, kapsamı veya direnişi silahsızlandırmaya yönelik yoğun söylemin hacmi değildir. Aksine sorun; ideoloji, araçlar ve örgütlenme açısından direnişi ortadan kaldırmayı hedefleyen güçlerin, Lübnan’daki direnişin son savaşta verdiği ağır kayıpların ve bölgedeki Amerikan ve İsrail nüfuzunun artmasının, direnişin silahlarını gönüllü olarak terk etmesine yol açacağına inanmalarıdır. Bu gruplar bir de Hizbullah’ın gönüllü olarak silahlarını bırakmayı kabul etmemesi halinde yeni yönetimin, Hizbullah’ın elinden silahını alma isteğini ve gücünü göstermesi gerektiği değerlendirmesinde bulunmaktadır.
Bu kişiler bunun zor ama mümkün ve başarılabilir bir şey olduğunu sanıyorlar ve halkın, direnişten ve onun silahından bıktığını, Hizbullah’ın silahını savunmak için kendisiyle beraber veya yanında savaşacak kimseyi bulamayacağını ileri sürüyorlar.
Peki bu düşünce tarzı gerçekten de ülkenin gerçekliğini yansıtıyor mu?
Lübnanlılar, akıllarına veya duygularına uygun olan herhangi bir söylemi benimsemekte özgürdürler; ancak ülkenin elli yıl önce tanık olduğu iç savaştan çok daha büyük bir iç savaşa yol açabilecek bir bakış açısını benimserken çok daha fazla sağduyu göstermeleri gerekmektedir.
Lübnanlıların iç savaştan ders çıkarması ve tekrar iç savaşa dönmemesi gerektiği yönündeki kelam teoriktir ve gerçeklikle hiçbir ilgisi yoktur. Zira Lübnan, 1990’dan bu yana siyasi ve toplumsal bölünmenin gölgesinde yaşıyor ve her an iç savaşa dönmeye hazır durumdadır. Taif Anlaşması’na eşlik eden çözümün niteliği, iç ve dış güç dengelerine dayalı olup iç savaşı sürdürebilecek bir ortamın oluşmasını engelliyor olsa da Lübnan’ın bugünkü durumu önemli değişimlere işaret etmektedir. Bu değişimlerin başında İsrail’in ve arkasındaki ABD’nin, ülkenin geleceği ile alakalı bir seçimde bulunabilecek bir konumda olmadığına, taleplere boyun eğmesi gerektiğine; aksi takdirde istikrarını, gücünü ve istikrar ve büyüme fırsatını kaybedeceğine inanması geliyor. Dolayısıyla Amerika ve İsrail’in bu tutumu, direnişi reddeden yerel güçleri, söylem çıtasını sahada bir çatışmaya dek yükseltmeye itiyor.
Bu bağlamda işler giderek daha da karmaşık bir hal alıyor. Herhangi bir iç çatışmanın silahsızlanma hedefine ulaşmayacağını, aksine Lübnan’ı daha ciddi bir çöküş aşamasına sürükleyeceğini bilen bir kısım tarafların endişeleri ortaya çıkıyor.
Bugün direnişin hasımları iki dil kullanıyor. Birincisi, Samir Caca ve “onunla aynı mıntıkayı paylaşanların” yaptığı gibi doğrudan, direnişin ve silahının Lübnan’ın doğasının bir parçası olmadığını ve bunlara kesinlikle ihtiyaç duyulmadığını söylüyor. İkincisi de hedefi örtbas etmeye çalışıyor ve direnmenin ve silahların bir fayda sağlamadığından dem vurarak bu seçeneğin terk edilmesi suretiyle bir hayat şansı yakalanabileceğini ifade ediyor. İki görüş arasındaki fark ise Caca’nın silahsızlanma sürecinde doğrudan rol oynayabilecek bir gücün başında olduğuna inanması, diğer görüşü savunanların ise sosyal bir patlamanın kalan tüm kazanımlarını ve nüfuzlarını yok edeceğinden korkmasıdır.
Peki bu insanlar neye güveniyor?
Pratikte güvenilecek çok fazla bir şey yok. Öncelikle direniş karşıtı yerel gruplar İsrail’in savaşa devam etmesini ve direnişi ortadan kaldırmak için başarılı olacağına inandığı bir projeyi tamamlamasını istiyor. Aynı zamanda 1982’deki deneyimin tekrarlanmasını ve bizzat İsrail’in direnişi yok etme görevini üstlenmesini arzuluyor.
Söz konusu gruplar, silah bırakma hedefine ulaşılması adına Lübnan’a uygulanan Amerikan ve Arap ablukasının güçlenmesine ve her türlü yardım ve kolaylığın engellenmesine karşı çıkmıyor. Ancak bu güçlerin bu süreçte herhangi bir rol oynayabilecek durumları da yok, hatta buna istekli bile değiller.
Öte yandan direnişçi kitlenin zor durumda olduğunu, direniş partisinin büyük acılar çektiğini, halkın teslim olması için tek bir hamleye ihtiyaç duyduğunu ileri sürüyorlar. Dolayısıyla bir yandan Lübnanlı grupların mezhepsel, dini ve siyasi gerekçelerle direnişe karşı harekete geçirilmesi, diğer yandan da ordu ve iç güvenlik güçlerinin direnişi kuşatmak için sahada adım atmaya teşvik edilmesi yoluyla ilmiğin sıkılmasının sağlanacağına inanıyorlar.
Peki, ülke dışından başka unsurlara bahis oynayan mı var?
Amerikalılar ve İsraillilerin, Lübnan güçlerinin, direnişi silahsızlandırmanın bir ön adımı olarak silahlı mücadeleye girişeceğine bahse girdikleri yaklaşımı pek açık bir mevzu değil. Yine Amerikalıların, 1980’lerdeki deneyimi tekrarlamak için ordularını Lübnan’a sokmak isteyip istemedikleri de pek belli değil. Bunun yanında İsrail, işgalini genişleterek Hizbullah’a silah bırakması adına baskı yapmasını sağlayacak daha fazla askeri eylemde bulunma fikrine karşı olmayabilir. Suudi Arabistan ve BAE gibi Arap ülkeleri de direnişin silah bırakması projesinde rol oynayanlara maddi destek sağlamaktan geri durmazlar.
Şimdi gelin, direnişin ne istediğini, kendini ve silahlarını savunmak için ne yapabileceğini bir kenara bırakalım ve diğer unsurlara bir bakalım.
Direnişin düşmanları, mevcut siyasi ve sınıfsal ayrışmanın, silah meselesini Şiilerin çoğunluğu ve diğer sınıflardan azınlıklar için varoluşsal bir meseleye dönüştürdüğüne inanmıyor mu? Direnişin düşmanları, savaş sonrası direniş ortamının gerçekliğini, Hizbullah’ın kendi ve destekçilerinin işlerini nasıl yönettiğini, hangi yönetim ve sonuçlarla bu süreci yürüttüğünü izlemiyor mu? Yaşananlar bir çöküşe mi işaret ediyor, yoksa yaklaşan bir çöküşten haber veren bir gerilemeye mi işaret ediyor?
Sonra neye mukabil silah bırakmak istiyorlar? Direnişin düşmanları İsrail saldırılarına nasıl karşı koyacaklarına dair tek bir mantıklı cevap sunmayı düşünürler mi; yoksa ordunun, uluslararası toplumun ve etkili diplomasinin rolü hakkında konuşarak bizi sağır mı edecekler?
Peki düşmanla hesaplaşma konusunda nasıl bir modelden bahsediyorlar? Düşmanın korumasına bizzat ihtiyaç duyan ve her an yıkılmasından korkan Ürdün rejimi gibi bir model mi var kafalarında?
Yoksa büyük sıkıntılar çeken ve her geçen gün sadece halkını beslemede değil, aynı zamanda bölgede büyüklüğüne yakışır bir rol oynamada sorunlar yaşadığı belirginleşen Mısır modelini mi benimsiyorlar?
Yoksa Batı Şeria’da yerleşim birimleri genişlemeye devam ederken, sadece kendi insanlarını öldürmek ve işgale direndikleri için onlara zulüm etmek adına çalışanların, maaşlarını alabilmeleri için tek stratejisinin dilencilik olduğu Ramallah Yönetimi mi geçiyor akıllarından?
Yoksa İsrail’in yayılmasının Tel Aviv’deki yöneticinin haletiruhiyesine bağlı olduğu ve Şam’ın yeni yöneticilerinin İsrail işgalini kınamaktan bile çekindiği ve Batı’nın ve Arap müttefiklerinin rızası karşılığında İsrail’e karşı herhangi bir eylemi engellemeye istekli göründüğü Suriye’deki yeni modeli mi istiyorlar?
Yoksa İsrail ile açık bir çalışma ilişkisine giren, bölünme fikrini tecrübe etmek ve sonra da işgalcilerin iradesiyle iktidarı ele geçirmek kendisine kolay gelen; sonuçta da tüm projenin çöktüğü “Lübnan Cephesi” modeli mi uygun olur kendileri için?
Direnişin ve silahının terk edilmesi gerektiğini savunanlarla anlamsız bir tartışma yaşanmakta. Böyle diyoruz çünkü sadece yaraları deşmek ve Lübnanlılara düşmanla iş tutmanın, iş birliği yapmanın ve Amerikan taleplerine boyun eğmenin sonuçlarını hatırlatmak gerekiyor. Bu zorlu bir süreç; ancak İsrail ile çatışmayı sürdürmekten yorgun düşüp isteksiz olsalar da bu büyüklükte bir adımın Lübnan’da bir mutabakat veya net bir Lübnan çoğunluğu gerektirdiğinin ve bugün deneyimlediğimiz gerçeklikten tamamen farklı bir bölgesel ve uluslararası gerçekliği zorunlu kıldığının farkında olmayanlar için tabloyu netleştirmek adına buna acil ihtiyaç var gibi görünüyor.
Her birimiz ne istediğimizi açıklama hakkına sahibiz. Biz, düşmana karşı koymak, topraklarımızı özgür kılmak, esirlerimizi kurtarmak ve saldırıları caydırmak için direnişin silahından başka bir alternatif görmüyoruz. Caydırıcılık kavramının itibarını yeniden tesis etmek adına gerekli hazırlığın yapılması ve örgütlenmesi görevinin, halkın işlerini adil bir şekilde gören bir yönetim inşa etme fikriyle çelişmeyeceğine inanıyoruz. Lübnan’da 1992-2000 yılları arasında, iktidarın halkın işlerini düzenlediği, on milyarlarca doların Lübnan’a aktığı, direnişin işgal altındaki şeritte düşmana karşı günlük bir mücadele verdiği zamanlar yaşanmadı mı? Evet, bu mümkün. Zaten olması gereken de bu değil mi?
Amerika neden Lübnan ordusunu aşağılıyor?
Güneyde ateşkes ilan edilmesinden üç hafta sonra Lübnan Ordu Komutanlığı, güneydeki bazı noktalarda patlamamış mühimmatları infilak ettireceği yönünde vatandaşları uyaran periyodik açıklamalar yayınlamaya başladı.
O dönemde ordunun bölgede yaptığı araştırma sonucunda, düşman tarafından atılmış ve savaş sırasında patlamamış füze ve mermileri çıkardığı izlenimi hakimdi.
Ne var ki yakından incelendiğinde, ordunun patlattığı İsrail mühimmatının çok sınırlı olduğu, büyük kısmının ise Litani Nehri’nin güneyindeki bölgelerde direnişten elde edilen silahlar ve mühimmatlar olduğu ortaya çıkıtı. Zamanla ABD’nin Lübnan ordusuna Hizbullah’tan ele geçirdiği veya el koyduğu tüm silahları yok etme ve bireysel silahlar da dahil olmak üzere her türlü silahı imha etme yükümlülüğü getirdiği belirginleşti.
Amerikalılar, halihazırda Lübnan ordusunun, özellikle Katyuşa veya Grad roketleri, Rus Kornetleri gibi tanksavar füzeleri ya da diğer patlayıcı cihazlar veya saldırı amaçlı muharebe ekipmanı stoklarına ulaşması durumunda taahhütlerini yerine getirip getirmediklerinden emin olmak amacıyla sıkı bir izleme mekanizması uyguluyor.
Ordu, konuyu kamuoyuna duyurmaya veya olup bitenler hakkında bir açıklama yapmaya ya da Amerikalılardan benzerlerini almadığı silahlardan mahrum kalması yönündeki Amerikan emirlerini neden kabul ettiğini açıklamaya hazır görünmese de üst düzey subaylar, askeri teşkilatın bir isyan kontrol birimi olmasını isteyen bir Amerikan yaklaşımından büyük üzüntü duyduklarını ifade ediyor ve ABD’nin, Lübnan ordusunun, İsrail’in tehdit olarak değerlendirebileceği herhangi bir kabiliyete sahip olmasını açıkça engellediğini söylüyor. Bu kabiliyetler arasında, tanksavar silahları da dahil olmak üzere hücum silahları var. Ayrıca daha bariz yasaklamalar da mevcut. Zira ordunun kendi insansız hava araçlarına sahip olması ve stoklarını takviye etmesini sağlayacak patlayıcı kabiliyetlerine sahip olması engelleniyor.
ABD Temsilcisi Morgan Ortagus ile Lübnan Genelkurmay Başkanı Tuğgeneral Rodolf Heykel arasındaki görüşmenin içeriği incelendiğinde durum daha da karmaşıklaşıyor. Şöyle ki ABD’li diplomat, görüştüğü bazı kişilere toplantının sonuçlarını bildirdi ve ordunun Lübnan genelinde Hizbullah’ı silahsızlandırma rolünü yeterince yerine getirmediği gerekçesiyle komutanı “azarladığını” söyledi!
Kudüs Haber Ajansı - KHA