Kudüs Haber Ajansı - KHA | kudushaber.com.tr

ABD-İran Savaşırsa Ne Olur?

Urayb er-Rantavi tarafından almayadeen.net adlı internet sitesinde kaleme alınan “ABD İLE İRAN ARASINDA SAVAŞ ÇIKMASI HALİNDE KÖTÜ BİR DURUM İYİ BİR DURUMA DÖNÜŞTÜRÜLEBİLİR Mİ?” başlıklı yazıyı siz kıymetli okuyucularımız için çevirdik. 

11 Nisan 2025
ABD-İran Savaşırsa Ne Olur?

Körfez ve çevresinin semaları ne zaman başlayacağını ve nasıl biteceğini bilmediğimiz büyük çaplı bir savaşın kara bulutlarıyla kapalı gibi duruyor. Washington ve Tahran olası bir çatışmanın eşiğinde ve ABD’nin “savaş varlıkları”, İran’ın menzil dahilinde kalmasını sağlayacak şekilde hızla yığılmaya devam ediyor. Uzmanlar ve gözlemciler, Trump’ın sağda solda savurduğu “cehennem seçeneğini” öncelerken bir yandan da diplomasiye ve onun “mucizelerine” kapıyı açık tutuyor.

Dolayısıyla, savaş ile diplomasi arasında bir yarış söz konusu ve bu yarış, Tahran açısından elverişsiz koşullarda, ardışık Amerikan saldırılarının ağırlığı altında hızla yeniden şekillenen küresel bir sistem üzerindeki yaygın bir “kavga”, “kabadayılık” ve “hegemonik eğilimler” atmosferinde gerçekleşiyor. “Açgözlülük” ve “vahşet” üzerine kurulu bir düzenden bahsediyoruz. Burada ne uluslararası hukuka ne Birleşmiş Milletler’e ne onun sözleşmesine ne de kuruluşlarına yer var.  Bu düzen, ABD’yi küresel liderlik piramidinin en tepesine yerleştirmeyi, nüfuzunu ve hakimiyetini sağlamlaştırmayı ve ikinci bir hedef olarak da İsrail’i, Hazar’dan başlayıp Akdeniz kıyılarına ulaşan, Nil Vadisi ve Türkiye topraklarının yükseltilerinden geçen “Büyük Doğu” üzerinde hâkim konumuna getirmeyi amaçlıyor.

Savaşı önleme konusunda amansız bir çaba içinde olan diplomasinin misyonu, “2015 tarihli Viyana Anlaşması’nın dayandığı temelden farklı bir biçimde Tahran ile bir anlaşma isteyen Amerikan maksimumu” ile “daha da aşağı inilmesi zor olan İran minimumu” arasındaki boşluğu kapatmaktır. Burada artık mesele, sadece İran’ın nükleer programının kısıtlanması değil, onun ortadan kaldırılmasıdır. Artık müzakereler, sadece bu programla sınırlı değil; bunun ötesine geçerek füze programını, İran’ın bölgedeki “istikrarı bozucu rolünü” ve Washington’ın Filistin, Lübnan, Irak ve Yemen’de “İran’ın kolları” olarak gördüğü grupların kaderini de kapsıyor.

Amerikan taleplerinin, Trump yönetiminin gerçekten istediği ve sıkı sıkıya tutunduğu şeyler mi olduğunu, yoksa bir müzakere süreci için zamanla bir kısmından vazgeçeceği bir giriş/bir gedik mesabesinde mi olduğunu henüz bilmiyoruz. Ama şunu kesin olarak biliyoruz ki Tahran bu talepleri kabul ederse, son elli yıldır yaptığı yatırımların omurgasını kendisi çökertmiş ve İslam Devrimi hazinesinin “en değerli incisini” kaybetmiş olacak ve sırtı içerideki muhaliflere ve dışarıdaki düşmanlara karşı açıkta kalacaktır.

İran, Amerikan tarafıyla yapacağı müzakerelerde Viyana Anlaşması’nda belirlenen çıtanın altına inerse, hatta Amerikalıların talep ettiği gibi çok daha altına inerse, varlığı, istikrarı ve bekasıyla kumar oynamış olacaktır.

Bu anlamda “diplomasi”, gökten gelen mucizelerin sona erdiği, özellikle de İran’a saldırmaya hevesli Washington’daki ve hassaten faşist sağın önderliğindeki Tel Aviv’deki karar alma merkezlerinde, İslam Cumhuriyeti ile çözülmesi gereken eski-yeni “kan davaları” olduğuna inanan “şahinlerin” varlığı söz konusu olduğu bir zamanda, bir “mucize” gerçekleştirmek zorunda. Evet, özellikle de muhalefetin çeşitli tonlarıyla ve kendisinden faşizm, ırkçılık, soykırım ve imha noktasında pis kokuların yayıldığı iktidar arasında “İran’a saldırı konusunun” İsrail’de hâlâ fikir birliği sağlanan birkaç konudan biri olduğu düşünülünce, ‘mucize’ ifadesi durumu açıklamak için kullanacağımız kelime oluyor.

Tahran, Aksa Tufanı ve sonrasında “eksen”, “hilal” ve “kara koridorunda” yaşanan olumsuzlukların ardından, özellikle Akdeniz kıyılarındaki ve Körfez yakınlarındaki ilk ileri savunma hatlarını kaybetmiş veya kaybetmeye yakın bir konumda olması nedeniyle, olumsuz koşullar altında “cehennem senaryosu” ile karşı karşıya. Böylesi bir düzlemde Washington’un, Tahran’a karşı bir savaş başlatması halinde bölgenin alevleneceğini ve bu savaşın kıvılcımlarının sadece İran’da değil, tüm bölgede her şeyi yakıp yıkacağını vaaz etmeye devam etmek bir hata.

Önümüzdeki haftalarda veya aylarda savaş çıkabilir veya çıkmayabilir, ancak olasılıklar savaşın çıkması yönünde. Ama bölge ne tutuşacak ne de infilak edecek. Zira bölge ülkelerinde ve arenalarında, Direniş Ekseni’nin halkalarının ve taraflarının; sistemli, örgütlü, kademeli ve ardışık olarak yorulmasının sonrasında, İsrail’in meydana getirdiği arbede ve tecavüz ikliminde ve öfkeli Amerikan boğasının tüm ahlaki ve hukuki bağları koparıp yirmi birinci yüzyılın değil, on dokuzuncu yüzyılın ölçütlerine ve kriterlerine göre sömürgeci hegemonya eğilimi göstermesi sonucu dünyayı saran panik atmosferinde, patlamanın fitilini elinde bulunduran veya onu ateşleme yeteneğine sahip olan kimse yok.

Bu, bu savaşın ya da öncesindeki savaşların orta ve uzun vadede hiçbir etkisinin ve sonucunun olmayacağı anlamına gelmiyor. Bu olacak ve hatta olması kaçınılmaz; çünkü “işgal ve direniş”, “sömürgecilik ve ulusal kurtuluş” ve “istibdat ve özgürlük” yasaları var. Ancak bu bölgedeki her bir grubun bizzat, tüm bağlayıcı ve şekillendirici koşullarıyla bugünü, tüm fırsat ve zorluklarıyla geleceği birbirinden ayırması gerekiyor. Siyasetle gaipten haber vermeyi birbirinden ayrıştırması gerekiyor. Siyasette İran’ın sahadaki aktörlerden ciddi destek alabileceği görülmüyor. Öngörü ve sezgiler dünyasına gelince bölge, ne kadar zaman geçerse geçsin, ne kadar büyük fedakarlıklar yapılırsa yapılsın nesiller boyu istikrar görmeyecek; büyüklenme, kibir ve tahakküm karşısında beyaz bayrak çekmeyecektir.

Şu hâlde bölgenin infilak edeceği, tutuşacağı hikayesini bir yana bırakalım; zira sözler artık faşist Siyonizm, vahşi emperyalizm, yolsuzluk ve istibdat arasındaki ayrılık ve suç ortaklığında karar kılmış uğursuz ittifakın damarlarında daha fazla “adrenalin” oluşturmaya yetmeyecek.

Bu, Tahran’ın hem sahada hem de müzakere masasında, Husi Ensarullah hareketinin bugünlerde büyük zorluklarla yaptığı gibi, tek başına mücadele edeceğini hesaplaması gerektiği anlamına geliyor. Tahran, Arap ülkelerini savaşa katılma noktasında “tarafsız” bir konuma çekmeyi başarırsa veya onları -sözde değil fiili olarak- Washington’un, topraklarını, hava sahalarını ve üslerini kendisine saldırmak için kullanmasına “izin vermemeye” ikna edebilirse, bu İran diplomasisi için büyük bir başarı olacaktır.

Bir şeylerin başka bir şeylerle zihinde kalması prensibine bağlı olarak Washington, Yemen’e yönelik saldırılarında ilgililere mesajlar ve dersler vermeyi amaçlıyordu. Savaş çıkarsa İran’a ne olacağını duyurmak değil, göstermek istiyordu. Kendi deyimiyle İran ahtapotunun son aktif ve etkili kolunu kesmek istiyordu. Müttefiklerin Sana’ya yardım eli uzatma konusundaki acizliklerini ateşle sınıyordu. İsrail’i Yemen’e karşı doğrudan saha harekâtında planın dışında bıraksa da Tel Aviv’in önemli bir bilgi ve bir hedef bankası kaynağı olduğu gerçeğini gizlemiyordu.

Dolayısıyla bu, Washington’un, İsrail olmadan tek başına İran’la savaşa girebileceği ve İran’a karşı son yıllardaki deneyimlerin, hiçbir koşulda hafife alınmaması gerektiğini ortaya koyduğu Tel Aviv’in elindeki çok ciddi istihbarat stokunu kullanmakla yetinebileceği bir senaryoyu akla getiriyor. 

İsrail, İran’ın nükleer tesislerini hedef almaya hevesli. Nükleer tesisleri, gaz ve enerji tesislerinin hedef alınmasına önceliyor. Dolayısıyla bu operasyonda “pay” sahibi olmak için bir yol bulmaya çalışacak. Aynı durum, Washington’ın Büyük Ortadoğu’daki ve dünyanın diğer bölgelerindeki tüm kirli misyonlarında tarihi ortağı olan Londra için de geçerli olabilir.

Savaş ile diplomasi arasındaki yarışın sonucu ne olursa olsun İran, eğer daha önce keşfetmediyse, mevcut denklemlerin ve güç dengelerinin durumundan sorumluluğun büyük oranda kendisine düştüğünü keşfedecektir. Ne “stratejik sabır” Aksa Tufanı ve destek cepheleri zamanında kendisi ve müttefikleri için zaferi güvence altına almayı başarabildi, ne de atom bombasını yasaklayan “nükleer silah fetvası”, Amerika ve İsrail’in açık hegemonya ve yayılma iştahına bir engel teşkil edebildi. Her iki konunun da ele alınmasındaki “tereddüt” İran’ı hem sahada hem de müzakere salonunda dezavantajlı konuma düşürdü.

Bu, İran’ın tüm kozlarını kaybettiği ve Washington ve Tel Aviv için kolay lokma haline geldiği anlamına gelmiyor. İran’ın herhangi bir ABD saldırısına vereceği yanıtın niteliği büyük bir fark meydana getirebilir. Kanaatimce, İsrail’in stratejik hedeflerine yönelik odaklanmış, yoğun, acil ve kararlı bir yanıt stratejisi bölgesel manzarayı kökten değiştirmeye yetecektir.

Ancak oraya buraya dağılmış Amerikan filolarının ve üslerinin hayaletlerini kovalayarak yavaş davranmak veya belki de başta Körfez ülkeleri olmak üzere komşu ülkeleri hedef almak tam tersi bir etki meydana getirebilir. İsrail’in stratejik tesisleri, İran füzelerinin etkisiyle sarsılırsa, İran gönülleri ve zihinleri fethetmiş olacaktır. Böylesi bir durumda Washington’ın “yaralı eli” sıkışacak ve kötü bir durumu iyiye çevirmek mümkün olacaktır.

Aksi takdirde, Körfez şehirleri sarsılsa veya füzeler okyanusun ve Körfez’in her yanına dağılsa bile Washington gözünü bile kırpmayacaktır. Tahran’ın sadece Babü’l-Mendeb’i değil, Hürmüz Boğazı’nı da kapatması durumunda Washington ve küresel ekonomi sarsılacak, Trump’ın “kurtuluş günü” ve “ekonomik bağımsızlık” söylemleriyle dile getirdiği projeler ölümcül şekilde zarar görecektir.

Eğer savaş çıkarsa, bu sadece nükleer ve füze programlarına saldırmakla veya Tahran’ın müttefiklerinin tırnaklarını ve pençelerini kesmekle sınırlı kalmayacaktır. Rejim ve İslam Cumhuriyeti’ne karşı tam manasıyla bir darbe gerçekleşmediği sürece savaş ve yansımaları durmayacaktır. İran bölgeyi; Washington ise İran’ın içini tutuşturmayı planlıyor. Bu iki senaryo arasında, “stratejik sabır” veya “tedricilik ve özdenetim” gibi ifadeler hiçbir anlam ifade etmiyor. Bu yaklaşımları savunanların sonu ise hiç de iyi görünmüyor.

Kudüs Haber Ajansı - KHA

Yorumlar
Adınız
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.