Herkes bir çocuğun babasından teori ile pratik arasındaki farkı açıklamasını istediği fıkrayı hatırlar. Tabii ki biz burada fıkranın değiştirilmiş bir versiyonunu sunacağız; zira orijinali çok fazla edebe mugayir unsur içermekte.
Baba oğluna şöyle karşılık verir: Diyelim ki 100.000 dolara ihtiyacımız var. Elimizdeki işle bu parayı kazanmamız mümkün değil. Ancak abilerin, yolunu bulup komşumuzun kasasını soyabilirlerse mevzu çözülür. Ne dersin? Sana ve abilerine uyar mı?
Çocuk abilerine sorar ve olumlu cevap alır. Durumu babasına bildirince baba der ki “Teorik olarak şu anda sorunlarımızı çözecek 100.000 dolara sahibiz. Pratiğe gelince şunu anladık ki ailecek hırsızız!”
Bu yılın başında Lübnan’da yeni hükümetin kurulmasından bu yana ülkede, odunsu bile diyemeyeceğimiz belki paslı diye nitelendirebileceğimiz bir gürültü hâkim. Hükümetin temel direkleri ve diğer siyasi güçleri, direniş döneminin bittiğini ve diplomasi döneminin geldiğini ve Lübnan’ın diplomatik ilişkileri aracılığıyla işgalci düşmanı geri çekilmeye ve saldırganlığını durdurmaya zorlayacağını sürekli tekrarlıyor. Bir de son zamanlarda dillere pelesenk olan Lübnan Ordusu’nun kendiliğinden saldırıları önleyeceğine ve karşılık vereceğine dair bir söylem var…
Ne var ki 27 Kasım’daki ateşkes ilanından bu yana var olan gerçek durum, Siyonist düşmanın, Lübnan topraklarında işgal ettiği geniş bir alan olduğunu gösteriyor ki bu alan, son yirmi yılda işgal ettiği alana hatta 1980’lerde işgal ettiği üçüncü bir alana hatta ve hatta 1960’lerde işgal ettiği dördüncü bir alana ek bir alan oluşturuyor.
Tüm bunların ötesinde işgalci İsrail, Lübnan’ın dört bir yanında bombalama, yıkım ve öldürme operasyonlarını sürdürüyor. Bunu da yani öldürme ve tahribatı da Lübnan hükümeti ve ordusunun yapması gerekeni kendisinin yaptığını söyleyerek meşrulaştırmaya çalışıyor.
Söz konusu süreçte yeni hükümetin temel direkleri, olup bitenler karşısında dillerini yuttu. Konuşurlarsa, bu kendi inisiyatifleriyle değil, zorunluluktan kaynaklanıyor. Aynı nağmeyi monoton bir biçimde dinliyoruz: diplomasi haklarımızı geri almamızı sağlayacak; ordu, güvenliği ve istikrarı garanti edecek. Gel gör ki saldırganlık genişledikçe; Amerika’nın ve Siyonist varlığın talepleri, doğrudan işgalci İsrail ile normalleşme için siyasi müzakere çağrıları da dahil olmak üzere yükseldikçe yeni yönetimin unsurları -tüm bireyleri, önemli şahısları ve medyasıyla- dillerini yutma ve sessiz kalma oyununa geri dönüyor.
Bununla beraber yeni yönetici elit arasında Dışişleri’ndeki meslektaşlarını şaşırtan Dışişleri Bakanı Yusuf Recci gibi herkesin düşündüğünü söyleyenler de var. Bakanlıktaki arkadaşları onu konuları mantık çerçevesinde tartan, açık fikirli ve anlayışlı bir diplomat olarak tanırken kısa sürede onun, kendisini bulunduğu pozisyona taşıyan siyasi ekibin gerekleriyle uyuşmayan söylemleri tekrarladığını ve hem Amerika Birleşik Devletleri’ne hem de İsrail’e karşı düşmanca hitabı temsil ettiğini keşfettiler.
Sorun şu ki Recci herhangi bir politikacı, medya figürü ya da Lübnan Kuvvetleri’nin bir üyesi değil. Kendisi Lübnan Devleti’nin dışişleri bakanı ve hükümetinin ve cumhurbaşkanının dış ilişkilerdeki siyasi sözcüsü olması gerekmekte. Elbette Recci, Cumhurbaşkanı Joseph Avn’dan, Başbakan Nevvaf Selam’dan ya da hükümet bakanlarından herhangi birinden, söylediklerini tekrar gözden geçirmesini gerektirecek tek bir geri bildirim almadı.
Recci’nin açıklamaları etrafında oluşan şaşkınlık halesi, yönetimin temel direklerinin Lübnan’daki durumun geleceği hakkında dış güçlerle konuşmalarını dinleyince dağılıyor. Güney Lübnan’dan düşman yerleşim yerlerine füze atıldığı haberinin duyulmasının ardından, işgalci düşmanın eylemleri karşısında sessiz kalıp dillerini yutan insanların bir anda dillerinin düğümü çözülüyor ve sanki eşek arısının yuvasına çomak sokulmuş gibi kaynamaya ve Lübnan’ın egemenliği, onu yeni bir savaşa sürüklemenin tehlikeleri ve olup bitenlerin arkasında duran düşmanlar konusunda açık pozisyonlar almaya başlıyorlar.
Daha askeri bir sözcü çıkıp da halka ne olduğunu ve bunun arkasında kimin bulunduğunu açıklayamadan, herkes Hizbullah’ı ve direnişi suçlamaya koyuluyor. Bütün bu insanlar için de düşman için de Hizbullah mensuplarının saldırıyı gerçekleştirdiğini ispatlamak zor olsa da yaşananlardan Hizbullah’ı sorumlu tutmak çok kolay. Yeni yönetimin temel direkleri, güneydeki güvenlikten artık kendilerinin sorumlu olduğunu, Hizbullah’ın bölgeyi terk edip kendilerine silahları teslim ettiğini, bu silahları patlatıp imha ettiklerini, uluslararası güçlerin gece gündüz bölgedeki köyleri taradığını ve Amerikalı generalin kendilerine işgalci Siyonist düşmanın yer ve kişilerle ilgili isteklerini her gün ilettiğini bir anda unuttular.
Teorik olarak yeni yönetim, güvenlik ve istikrardan, dünyanın Lübnan’ın yanında olmasından; kurtuluşun, hakların elde edilmesinin ve egemenliğin korunmasının kesinlikle diplomasi yoluyla gerçekleşeceğinden söz ederek bizi tüketti.
Pratikte ise sonuç gayet ortada: Ramallah’taki Filistin Yönetimi’ne neredeyse birebir benzeyen bir yönetim. Evet, işgalci düşman İsrail’in, Batılı destekçilerinin ve Arap müttefiklerinin iradesine tamamen boyun eğen, çatlak sesleri bastırmaya hazır ve mümkün olan her yerde direnişi sindirmek için güçlü bir istek gösteren bir otoriteyle karşı karşıyayız.
Dünyanın bütün dillerinde ve lehçelerinde sesini gür bir şekilde yükselten, düşüncede, mantıkta, davranışta, tercihte direnişe karşı olduğunu haykıran bir otorite bu ve kapalı kapıların ardında en ağır yeminlerle direnişi en kısa zamanda silahsızlandırmak istediğini söylüyor.
Bir de Gassan Hasbani’nin, Lübnan’ın güneyden Hizbullah’ı, doğudan da el-Culani milislerini ortadan kaldırmak için İsrail’e dayanacağını söylemesi gibi, “mutlak gerçeklerini” açıkça ilan edenler var. Yalnız Hasbani, senaryosunda Lübnan Ordusu’nun veya “Lübnan Kuvvetleri”nin, Lübnan dahilinde Hizbullah’la ilgileneceği bir sahne olup olmadığını bize açıklamıyor!
Kudüs Haber Ajansı - KHA