Hizbullah’ın, 7 Ekim 2023’ten geçen yılın 27 Kasım’ına kadarki tutumları, kararları ve performansı konusunda en geniş çaplı ve en derin “gözden geçirme” eylemlerinden biriyle meşgul olduğuna şüphemiz yok. Bu değerlendirmenin, sadece muharebe esnasında ve sonrasındaki operasyon ve saha boyutuyla sınırlı olmadığını, savaş ve barış kararı, destek cephesinin açılması ve Lübnan’ın savunmasına geçilmesi, müttefiklerle ilişkiler, harp meydanlarının birliği, bunların aynı anda mı yoksa birbiri ardına mı gerçekleştiği, sonuçların ne şekilde geldiği ve beklentilerin neler olduğu gibi konuları kapsadığını da rahatlıkla söyleyebilirim.
Bunu, Hizbullah’ın ve liderlik heyetlerinin içinde neler olup bittiğini bildiğimi iddia etmeden, daha ziyade Hizbullah’ın, neyi ve kimi temsil ettiğiyle statüsü ve rolü düşünüldüğünde, henüz bitmemiş böylesi büyük bir savaşın depremini gözden geçirmek ve hatırlamak, ibret almak ve ders çıkarmak için durup değerlendirme yapmadan geçemeyeceği yaklaşımı ile söylüyorum.
Zafer ve Mağlubiyet İkilisi
Lübnan’daki ve bölgedeki tartışmalara hâlâ hâkim olan zafer-mağlubiyet ikilisi ile başlayacağım: Hizbullah savaşı kazandı mı, yoksa yenildi mi? Bu iki durum arasında üçüncü bir başka durum daha var mı? Aynı sorulara verilen farklı yanıtlar ne anlama geliyor? Bu yanıtların her birinin gereklilikleri, aşamaları ve dolayısıyla lüzumlu araçları neler? Peki tüm bunların Lübnan içinden temini mümkün mü?
Hizbullah, Temmuz 2006 savaşındaki zaferinden daha anlamlı ve daha manidar bir zafer elde ettiğini savunuyor; liderleri ve medya kuruluşları sürekli zaferin gerçekten elde edildiğini söylüyor. Ne var ki bu konuyu çok fazla vurgulamak onun kabulünü sağlamıyor. Daha da önemlisi, bu şekilde vurgulanması Hizbullah’a “aynısının daha fazlası” denebilecek bir strateji izlemesi gerektiğini; yani politikalarda, araçlarda, bahislerde ve söylemlerde değişiklik yapılmasına gerek olmadığını dayatıyor.
Bu yaklaşımın, Hizbullah için sunulması ve başkalarını ikna etmesi, hatta çevresindeki kesimler ve müttefikleri arasında bile zor. Ne 27 Kasım’da imzalanan anlaşma bu doğrultuda yürüyor ne de çifte standarda sahip Amerikan-Fransız denetimi altında anlaşmanın harfiyen uygulanması konusunda ısrar edilmesi bu yaklaşıma güvenilirlik kazandırıyor. İster Lübnan dahilindeki cumhurbaşkanının seçilmesi, hükümeti kurma teklifi, hükümetin oluşumu ve daha sonra bakanlık açıklaması konularıyla ilgili olsun ister İsrail’in, Lübnan topraklarını ve hava sahasını ihlal etmesiyle ilgili olsun savaş sonrası esen rüzgarlar, Hizbullah’ın tamamen arzuladığı gibi değil ve planlarına da tam manasıyla hizmet etmiyor.
Öte yandan Lübnanlılardan oluşan bir grup ve destekçileri, Hizbullah’ın Hazar Denizi’nden Doğu Akdeniz’e kadar uzanan bölgede müttefikleriyle birlikte görülmemiş bir yenilgiye uğradığını, stratejik bir aşamanın başladığını; Hizbullah’ın tutum ve söylem çıtasını aşağıya çekip yerini -iddia edilen zafere veya Hizbullah’ın ve müttefiklerinin iddia edilen yenilgisine dair hiçbir katkıları olmasa bile- “muzaffer güçlere” bırakması gerektiğini ileri sürüyor.
Bu grubun durumu; Hamas, Kassam Tugayları ve diğer tüm direniş gruplarının cesetleri üzerinden, Gazze’yi üstündeki ve altındaki her şeyle birlikte “miras” olarak elde etmeyi sabırsızlıkla bekleyen Filistin Yönetimi’nin durumu gibidir.
Burada tarihin en tuhaf paradokslarından ve ironilerinden birine işaret etmek için bir parantez açmalıyız. Destek cephelerinin giriştikleri savaşların getirileri ve nihai sonuçları, İsrail’e yönelik saldırılarda oynadığı role ve ordusunun saflarında en ağır insani, ekonomik ve askeri kayıplar yaşatmasına rağmen Gazze’deki ana cephenin konumunu bir açıdan zayıflattı.
Netanyahu gibi kibirli bir adam, başarılarıyla övünürken Gazze cephesinde elde ettiği başarılara dair pek de bir şey hatırlayamıyor. Bunun yerine Lübnan ve İran cephelerindeki başarılarını sıralıyor. Motive edici söylemleri ve destek cephelerinin ortaya koydukları büyük fedakarlıkları bir yana bırakarak bu noktada ciddi ciddi düşünmeli ve ders almalıyız.
Gerçekler inatçıdır ve bükülmesi zordur. Bu sebepten zafer ve mağlubiyet teorilerini savunanları, bu “aşırı” konumlarından uzaklaştıracak, bir süre havada asılı kaldıktan sonra tekrar ayaklarının yere basmasını sağlayacak bir yol gördük.
Evet, 66 günlük savaşın sonuçlarından cesaret alıp Maarab’dan Baabda’ya geçmeyi düşünenlerin bahisleri de boşa çıktı, okları saptı ve kendilerini anlaşma eşiklerinden içeri girmeye ve iki kampı ayıran mesafedeki orta bir noktada durmaya zorlanmış halde buldular. Joseph Avn, başkanlık için birinci dereceden tercih ettikleri kişi değildi. Kendi aralarından bazılarının hükümeti kurmak ve oluşturmakla görevlendirilmesini istediler ve hatta bir kısmı Şii unsurun ittifak ve antlaşma zemininden kovulduğunu müjdelemekten çekinmediler.
Buna karşılık Hizbullah da cumhurbaşkanlığı, hükümet ve bakanlık bildirgesi konusundaki tercihlerinde çıtayı aşağı çekmek zorunda kaldı. Avn başkanlık için adayları değildi; ama diğer takım da Suudi Arabistan, Fransa, Katar, Mısır ve Amerika Arap-Uluslararası Beşlisi’nin baskısı altında onu, ikinci tura çıkmadan seçemedi. Böylece Hizbullah ve Emel ikilisi, en azından içerideki denklemde, hâlâ zorlu olduklarını gösterdiler.
Başbakanlık için de ikilinin adayı Nevvaf Selam değildi, hazırlanan bildirgede de bu belirtilmişti; ancak ikili, hükümetin oluşumu bağlamında istişareleri sürdürdü ve üçlü altın formülü (ordu, halk ve direnişi) içselleştirmeden, hükümet için bakanlık bildirgesini geçirmeye doğru ilerledi. Ayrıca bu makalede yer almayan ve Lübnan’daki bileşenler ve oluşumlar arasındaki iç ilişkileri yöneten denklemin zafer ile mağlubiyet arasında bir alanda yer aldığını gösteren başka ayrıntılar da var. Lübnan’da beyaz bayrak kaldıran bir taraf yok ve hiç kimsenin hayali, kesin bir zaferin çığlıkları için yeterli değil.
Yeni Stratejik Dönem
Hizbullah’ın bu savaşta yenilmediği iddiasında bulunma hakkı vardır; ancak zafer iddiasında bulunma hakkı yoktur. Beyaz ile siyah arasında gri diye bir renk olduğu gibi mevzubahis iki durum arasında da bir durum daha vardır. Hizbullah savaştan sonra bu konumda mevzilenmiştir ve benim görüşüme göre Hizbullah’ın, çevresinin ve müttefiklerinin bu gerçeği kabul edip buna göre hareket etmeleri kendi çıkarlarınadır.
Zafer iddiasının abartılması, Hizbullah’ı ve çevresini başa çıkamayacağı veya kaldıramayacağı bir durum karşısında bırakır, içeride ve dışarıda sonuçları önceden bilinen savaşlara sürükleyebilir, iyileşmenin eşiklerinden girme ve silahlarla sınırlı olmayan kendini ve yeteneklerini koruma ve bölgenin girdiği stratejik bir aşamanın verilerine uyum sağlama sürecini başlatma konusunda içeriden ve dışarıdan dikkatli ve ciddi düşünmesini engelleyebilir. Yeni durumla alakalı özetle şunlar söylenebilir:
- Direniş Ekseni, Tahran’dan Dahiye’ye kadar uzanan derinliğinde stratejik bir darbe aldı, eksenin ağırlığı ve bölgenin içinden geçtiği politika ve oluşumların formülasyonunu etkileme yeteneği büyük ölçüde azaldı, bölgesel ve uluslararası aktörlerin rolleri ve ağırlıkları değişti, dün doğru olan; Aksa Tufanı’ndan önce mümkün olan, Aksa Tufanı’ndan sonra artık doğru ve mümkün değil.
- Bu sonuca ve çıktıya ulaşan Direniş Ekseni, yolun sonunda değildir; zira bölge, küresel sistem içerisinde, depremlere ve artçı şoklara maruz kalarak zorlu ve tehlikeli bir geçiş dönemi yaşıyor ve bunların geride kaldığından kimse emin olamaz. Ortadoğu’nun tamamında tek yönlü bir yol yoktur. Bölgedeki tüm yollar çift yönlü olup “U” dönüşü levhalarıyla işaretlenmiştir. Bir adım geri gitmek, iki adım ileri gitmenin şartıdır.
- Washington ve dolayısıyla İsrail, daha önce kaybettiği birçok şeyi geri kazanmayı başardı. Türkiye, nice alanda İran’ı bölgesel etkili bir aktör olarak geride bırakmış durumda ve “Arap Beşlisi” Suriye ve Lübnan’da eksenin boşluğunu doldurmak için güçlü bir şekilde geri döndü; Suriye, yıllarca belki de on yıllarca Arap-İsrail çatışmasında denkleminin dışında kalmış durumda ve Irak, Direniş Ekseni’ne bağlı unsurların ve bileşenlerin etkisinin, son değişikliklerle yeniden canlanan güçler lehine azalacağı tahminleri arasında, bir sonraki konumunu belirlemek için çabalıyor.
- Suriye, sadece Direniş Ekseni’ne ait oluşumlar ve bileşenler arasında silah ve adam geçişinde “transit bir yol” olma rolünü kaybetmedi; aksine, kademeli olarak Direniş Ekseni’ni dış alanlarda takip etmede görev almaya aday olan yeni bir role doğru da ilerliyor. Bazı etkenlerin (Batı’nın ve bazı Arapların pozisyonlarının) engellediği, bazı etkenlerin ise onu körüklediği bir “Sünni siyasal İslam Tufanı’na” dair işaretler var. Suriye’deki hareketin iki ekolü olan İhvan ve Selefilik içinde gerçek veya uydurma olmasına bakılmaksızın, son yirmi yılda Arapların doğu kesiminde giderek artan “Sünni mazlumiyetine” bürünerek büyüyen popüler boyutu bu körüklemenin birincil etkeni.
- Tarafların pozisyon ve tutumlarında değişiklik için kapılar açılmış gibi görünüyor. İster saldırılarında dost ve düşman arasında ayrım yapmayan kibirli popülist sağ ve “ılımlı” Arap ülkelerini bile tehdit eden, keskin ve uzun dişlerini gösteren “İsrail’deki” faşist sağdan duyulan korku zemininde olsun isterse de Aksa Tufanı akabinde ve özellikle Suriye’de 8 Aralık’tan sonra yaşananların ardından Sünni siyasal İslam’ın güçlü bir şekilde sahaya dönmesinden kaynaklanan korkular, endişeler, fırsatlar ve zorluklar zemininde olsun yeni çıkarların, koalisyonların ve ittifakların doğuşuna tanık oluyoruz.
Gözden Geçirip Değerlendirme, Sürekliliğin ve Yenilenmenin Şartı
Böyle bir durumda, bir şeyi vaktinden önce aceleye getirmemek akıllıca olur; aksi takdirde, Arap atasözünde denildiği gibi, acele edenler ondan mahrum bırakılmakla cezalandırılır. Bu, bir oluşum ve yeniden yapılanma merhalesidir. Bu, neyin, nasıl ve neden olduğunun yeniden düşünüldüğü; doğruluğu kanıtlanmamış ve sahipleri için bir vebal olan politikaların, uygulamaların ve bahislerin temelini oluşturan tüm varsayımların daha derin ve daha cesurca gözden geçirildiği bir aşamadır.
Bir süreliğine şok edici görünse bile Lübnan’ın destek ve savunma savaşının dayandığı varsayımlar ve bunun sonucunda İsrail’in, Direniş Ekseni’ne mensup tarafları birbiri ardına izole etmesine olanak tanıyan savaş taktiklerinden şu temel soruya bir cevap aranmasına dek her şeyi yeniden gözden geçirmek gerekiyor: Savaşa taksit taksit ve kademeli olarak mı, yoksa birdenbire, tüm güçle ve her alanda girmek mi doğruydu? Yoksa askeri olarak dahil olmama tavanı altında destek ve yardımla mı yetinmek gerekiyordu?
Değerlendirme; uzun vadeli, çekinmeyen bir düşmanla savaştığımız ve Filistin, Lübnan ve Suriye’de başlayıp devam eden ve genişleyen işgallerin olduğu gerçeğine dayanmayı gerektiriyor. Durum, direnişin ufkunu ve saflarını mezhep, inanç veya parti doktrini dışındaki tüm oluşumlara ve bileşenlere açmayı, iki adım geri atmayı, silahlı veya silahsız ulusal direniş fikrini yeniden canlandırmayı, “Sünni İslam, siyasi İslam ve savaşçı İslam” ile tarihi bir uzlaşma ufuğu araştırmayı ve pozisyonları, ittifakları ve öncelikleri formüle ederken “mezhepsel/ulusal, milliyetçi/dini” tartışmasını çözmeyi zorunlu kılıyor.
Hizbullah bir raundu kaybetti; ama savaşı kaybetmedi. Sonraki savaşın da geçmişte kullanılan aynı strateji, taktik ve ittifaklarla, aynı slogan ve araçlarla yapılması gerekmiyor.
Lübnan İslami Direnişi Hizbullah’ın elinde, insansız hava araçları ve füzelerin ötesinde bundan sonraki savaşlarında kullanabileceği stratejik silahlar var. Bunun en açık alametlerinden biri de kendisini destekleyen çevrenin, güneydeki köy ve kasabaları özgürlüğüne kavuşturmak adına ordunun önünde, yanında ve arkasında güçlü bir biçimde ilerlemesidir.
Şehit düşen iki genel sekreterin bu ayın 23’ündeki görkemli cenaze töreninin -yeni dönemin gereklerine ve havasına uyum sağlamada ustalaşırsa; verilerini ve araçlarını kullanmada yeterli çeviklik ve esneklik gösterirse- henüz kazanmamış olsa bile Hizbullah’ın yenilmediğine, yeni silahlarla yeni eşiklere girme şansının çok yüksek ve son derece etkili göründüğüne dair bir halk referandumu olacağını düşünüyorum. Peki Lübnan İslami Direnişi bu şekilde davranacak mı?
Kudüs Haber Ajansı - KHA