Geleneksel ve alternatif yaklaşımlarının çoğunluğu her zaman Batı’nın, özellikle de ABD’nin ve Körfez rejimlerinin pazarlayıcısı konumunda olan Lübnan medyası, mevcut siyasi rüzgâra paralel olarak, giderek Batılı alana, daha doğrusu bu yöndeki aşırılığa doğru kayıyor. Geçtiğimiz hafta, dalkavukların zincirlerinden çabucak kurtulduğuna ve henüz geri çekilmemiş ve suçlarını da tüm hızıyla işlemeye devam eden bir düşmanla normalleşmenin kamuoyuna pazarlanması da dahil olmak üzere tüm kırmızı çizgilerin göz ardı edildiğine dair bir uyarı gibiydi. Öyle bir hal ki gözlemciler, artık köşede bekleyen parlamento seçimlerinde ancak en kötünün de kötüsünü takip etmekten başka bir şey yapmayacak.
“İşte Beyrut” Platformu Normalleşme Çağrısı Yapıyor
“İşte Beyrut” adlı sitenin kurucuları, Lübnan işlerine uzun süredir karışan Amerikalı siyasetçi David Hale’in bir makalesini yayınlamaya karar verdi. Sorun değil, zaten pek çok medya kuruluşu, halkımıza karşı uyguladıkları vahşi emperyalist yöntemleri meşrulaştırmak isteyen Amerikalı yetkilileri ağırlamayı adet edinmiş. Ama felaket makalenin bizatihi kendisiyle alakalı. Zira yazı açıkça işgalci Siyonist düşmanla normalleşme çağrısı yapıyor. Genç platform, tüm soğukkanlılığıyla, İngilizce versiyonunda (This Is Beirut), makaleyi “İsrail-Lübnan Barışının Zamanı Geldi” başlığıyla ve ortada Hill olmak üzere Lübnan ve İsrail bayraklarını iki uzanmış elle gösteren bir fotoğrafla birlikte internet sitesinde ve sanal sayfalarında yayınladı.
Paylaşım, Aksa Tufanı ile başlayıp Lübnan’a kadar uzanan ve hâlâ durmayan İsrail ait suçları ve saldırıları takip eden platformun kendi takipçileri başta olmak üzere sosyal medya platformlarında geniş bir öfke dalgasına yol açtı. Birçok kişi platformun sayfalarını takip etmeyi bırakarak tepki gösterdi. Lübnanlılar, her gün köy ve kasabalarını işgal etmeye, altyapıyı yıkmaya ve evleri ateşe vermeye devam eden işgalci Siyonist düşman eliyle öldürülmekle yüz yüze bir hayat yaşarken platformun yaptığı bu davet eleştirildi. Bazıları ise bu tür eylemlerin direnişin devamlılığını meşrulaştırdığını ve “siyasi görüş ayrılıklarından” kaynaklanan bir abartı olarak değerlendirilen kadim uyarısının haklılığını ortaya koyduğunu belirtti. Birçok kişi, makalenin Lübnan yasalarını açıkça ihlal ettiğini belirterek Enformasyon Bakanlığı ve ilgili makamların harekete geçmesini talep etti, ancak her zamanki gibi kimse onları dinlemedi.
Sınıfsal Bilinç Bataklığında Bir Platform “Rasif”
Son on yılın ortalarından itibaren Batı tarafından fonlanan STK’larla birlikte filizlenen platformlardan biri de “Rasif”tir. Benzer bir durum bu platform için de geçerlidir. Mensupları, neoliberal ve oryantalist teorilerle birlikte bireyci liberalizmin ve her zamanki liberal ikiyüzlülüğün ve çifte standartların etkisi altında bir grup. (Rasif, kaldırım demektir) Rasif gibi inşa ile ilgili isimlerin sıkça yer aldığı bu sayfaların gerçek yüzleri birkaç noktada ortaya çıkıyor. Büyük olaylarda demagojiye başvurulmasıyla kısa sürede boyasını döküyor ve başlangıçta onu meşhur eden, yayılmasını güçlendiren insani yön kendini gösteriyor.
Dolayısıyla bu platformun birkaç gün önce yayınladığı şey şaşırtıcı değil; ancak bunun normal bir şey haline gelmesine de izin verilmemeli. Platform, Hasan Abbas’ın “Lübnan Şiileri Beyrut ‘Limanı’na Hamal Olarak mı Geri Dönüyor?” başlıklı makalesini yayınladı. Başlıktan da anlaşılacağı üzere internet sitesi; ırkçılık, mezhepçilik ve sınıfçılığı tek bir yazıda, hatta tek bir başlıkta toplayıp iddiasında olduğu “laiklikliği” çöpe atıyor. Makalenin yazarı, yazıda ifade ettiği üzere bu cümleyi, ilgili mezhebe mensup insanların kendilerinin tekrarlamalarına atfen kullandığını söylese de içeriğin geri kalanı saptırmayı ortaya koymaya yetiyor. Her şeyden önce hamal kavramı, kimin söylediğine ve tarihsel bağlamına bakılmaksızın, bir hakaret veya aşağılayıcı terim olarak kullanılmış. Ayrıca “Şiilerin” hiçbir becerileri, ilmi birikimi veya deneyimleri olmayan sadece “pazıları” sayesinde belirli pozisyonlara ulaşabilen ve şimdi de “doğal konumlarına” geri dönecek homojen bir grup insan olduğu, ancak Lübnanlıların geri kalanından da farklı oldukları izlenimini veriliyor. “Hizbullah, Şii mezhebinin çoğunluğu üzerindeki kontrolünü kullanarak, onları endişeli ve diğer mezheplere mensup insanlar gibi olmaya rıza göstermeme halinde kalmaya ikna etti.” şeklinde yazarın dile getirdiği iddiayla açıkça işaret ettiği şey de budur.
Dolayısıyla şimdi “askeri olarak yenildiği” için “mutabakat sağlanmış demokratik bir devletteki doğal yerlerine” geri dönecekleri beklenmektedir. Daha da önemlisi yazar, Emel Hareketi’ni her şeyden aklıyor ve tüm ithamları Hizbullah’a yönelterek; onu 2008’den beri devleti kontrol etmekle ve mezhep mensuplarını diğer insanları kullanarak korkutmakla suçluyor ve Şiilere ait bölgelerin diğer bölgelere nispetle daha fazla geliştiğini söylemesine rağmen Şiilerin bu hegemonyadan “nam sahibi olmaktan” başka hiçbir şey kazanmadığını iddia ediyor. Ayrıca makale, Lübnan toplumunun birbirleriyle iç içe geçmişliğini de göz ardı ediyor. Gerçekten de kurumlar, tüm farklılıklarına rağmen, değişik sınıftan Lübnanlıları bünyesinde barındırıyor. Yine her sınıf, Lübnan toplumunda birden fazla siyasi görüşe sahip. Son olarak yazar, kendisinin ironik bulduğu bir bakış açısıyla, Beyrut limanındaki patlamada ölen bir hamalın hikayesini anlatıyor ve Hizbullah’ı soruşturmayı engellemekle ve iki yıl boyunca cumhurbaşkanlığı seçimlerine mâni olmakla suçluyor.
Evet, bu makale de -iddiasının aksine ikiyüzlü bir biçimde- gerici bir mantıkla bir sınıfı tecrit etmeye çalıştığı için ciddi manada eleştirilere maruz kaldı. Oysa yazar, kendi kararlarıyla hareket etmediğini, yönlendirildiğini ileri sürdüğü direnişin, Lübnan’daki Şii cemaat içerisinde ne kadar popüler olduğunun da farkında. İşin ironik tarafı, farklı mezheplerden ve sınıflardan yorumcular makalede ileri sürülen görüşleri yanlışladı.
Ne garip ki “Yayınladığımız her şeye katılmayabilirsiniz.” diyerek bu sitenin yöneticileri, kendilerini “mazlum halkların sesi” olarak gördüklerini, gerçekleri ortaya koymaktan korkmadıklarını ve bir ajandanın peşinden gitmediklerini göstermeye çalışıyor. Tıpkı Amerikan destekli platformlarda sıkça duyduğumuz “soruşturma” kelimesi gibi, karşılığı olup olmadığına bakılmaksızın atılan böylesi sözleri her platformdan, her medya kuruluşundan duyuyoruz. Elbette, birileri köşesinde kendi görüşünü yayınlayabilir. Ancak ezilen halklar hakkında bir görüş beyan etmekle; cesaret gösterip zulme karşı direndiği için bir toplumu baskın bir gücü takip etmekle suçlayıp indirgemek ve Batı propagandası gevelemek arasında büyük bir fark vardır.
“Nidau’l-Vatan” Trump’ın Gelişiyle Sevince Gark Oldu
Bu liste “Mur” ailesinin imzasından bahsedilmeden tamamlanmış sayılmaz. “Nidau’l-Vatan” gazetesinin, Mişel Gabriel Mur tarafından satın alınarak yeniden yayınlanmasının medya imparatorluğunu genişletmenin yanı sıra açık başka bir hedefi olduğu malum bir şey. Hedef ise Lübnan’daki batı cephesinin genişletilmesi ve direnişe ve sömürgeciliğe mukavemete cesaret edenlere karşı “Doğruyu yanlıştan ayır” sloganıyla başlatılan kampanyanın yoğunlaştırılmasıdır.
Siyonistlerin Lübnan’a karşı yürüttüğü savaş sırasında yeniden yayın hayatına başlayan gazete, direnişe karşı aşırı bir düşmanlık sergilerken, Batı ve Körfez ülkeleri ve hatta Siyonist varlığın liderleri mevzu bahis olunca gözleri sevinçten parlıyor ve işi onların önünde diz çökme noktasına getiriyor. Nitekim birkaç gün önce yayınladığı kapak da bu çabaların doruk noktası mesabesindeydi. Donald Trump’ın ABD başkanlığını devralmasının ardından gazete, kapağına onun asık suratlı bir “portresini” koydu ve "Parlak Öfke Geliyor" başlığını attı.
Kapak, her şeyden önce yabancı bir devlet başkanını övmesi nedeniyle eleştirilere maruz kaldı. Amerika’nın silahları ile gerçekleştirilen Siyonist saldırının etkileri ortadayken peki ya bu devlet, bölgede ve ülkemizde yıkıcı politikalar uygulayan ABD ise? Peki ya bu başkan, ilk döneminde ülkesinde olduğu gibi bölgede de yapacağını yapmış Trump ise ve İbrahim Anlaşmaları’nı genişletmeyi düşünüyorsa?
İçerideki hasımlara karşı siyasi parti gibi davranması beklenmeyen bir medya kuruluşunun, dışarıdan ve özellikle de Amerikan imparatorluğundan kuvvet bulması da ayrı bir mevzu.
LBCI, İsrail Ekonomisi Üstünden Bir Türkü Tutturuyor!
LBCI, geçen pazar akşamı haber bülteninde Lübnan ekonomisine dair “Gayrisafi Yurt İçi Hasıla Büyümesi Lübnan’da Ekonomik Reform İçin Bir Gerekliliktir.” başlıklı cılız bir rapor yayınladı. Raporda ekonomi araştırmacısı Nicole Baker da konuk olarak yer aldı. Her ne kadar tartışmalı olsa da rapor, onun sözünü olduğu gibi kabul etti. Lübnan’ın yeterli insan kapasitesine sahip olduğunu savunan konuk, izleyicilere geçmişte “Lübnan’da kişi başına düşen gelirin İngiltere’den yüksek olduğunu” okuduğunu; kaynağa, tarihe veya küçük bir ayrıntıya atıfta bulunmadan bildirdi. “İsrail’de teknoloji ve inovasyona odaklandılar” deyip işgalci Siyonist varlığın, ABD ve diğer Batılı ülkelerden sınırsız destek ve yatırım aldığı, ucuz iş gücü ithal ettiği ve beyaz olmayan işçileri sömürdüğü gerçeğini görmezden gelerek sözlerine devam etti.
Büyüme konusundaki soruya cevaben, ekonomik herhangi bir mantıklı yaklaşımın aksine, “güçlü bir cumhurbaşkanına, etkili kurumlara ve hukukun üstünlüğüne duyulan güvenin” büyümeyi yeniden sağlamak için yeterli olduğunu ve “Lübnan’ın 6 aydan fazla zamana ihtiyacı olmadığını” belirtti. Görünüşe göre, geçmişi tekrarlamak namına balondan bir büyümeyi sağlamak için Lübnan’ı yurtdışından para ve borca batırmaya bel bağlanmış. Yoksa altı ayda bir ülkenin ekonomisi nasıl düzelebilir? Tabii İzlanda örneğini takip edip bankaların iflas etmesine izin vermeyi düşünüyorlarsa başka. Evet, Lübnan’dan daha büyük bir ülke için bile bu ihtimal göz ardı edilemez. Burada, raporun yazarı “Lübnan, İsrail gibi bir büyümeye ulaşabilir, hatta niyet varsa daha da iyi olabilir” ifadesini okuyor. Baker ise tekrarlıyor ve ekliyor: “İsrail büyüme sağlıyor, enflasyonu yüzde 4’ü geçmiyor; Lübnan’da ise kurumlar sayesinde yüzde 220’yi geçiyor.” Açık olduğu üzere konuk, ekonomik boyutu kurumların varlığına indirgiyor ve Filistin’den Lübnan, Suriye, Ürdün, Mısır, Sudan, Irak ve Somali’ye kadar tüm çevre ülkelerin kasıtlı ve sistematik olarak zayıflatılmasına ve buralarda Batı’ya borçlu ve dolayısıyla onun koşullarına tabi ekonomik sistemlerin kurulmasına mukabil işgalci Siyonist varlığın sahip olduğu sınırsız desteği bir kez daha görmezden geliyor. Üstelik, Aksa Tufanı’ndan bu yana Siyonist varlığın ekonomisine verilen zararın tamamı da burada arka plana itiliyor. Aslında krizin belirtileri daha önceden ortaya çıkmıştı. Buna bir de özellikle işgal altındaki Filistin’in kuzeyinde Lübnan direnişinin darbelerinin yoğun olduğu bölgelerde çok sayıda kurumun kapanması nedeniyle yaşanan daralmaya bağlı olarak savaş dönemindeki dış yardımların etkisi eklendi. Ama sorun değil, raporda anlatılmak istenenin özü, bir cümlesinden anlaşılabiliyor: “Lübnan’ın durumu, İsrail’in durumu gibidir!"
Kudüs Haber Ajansı - KHA