Suriye olayı çoğu insanı şaşırttı. Ülkelerin ve hükümetlerin de olup bitenlere şaşırdığı zamanla ortaya çıktı. Geçtiğimiz 27 Kasım’da saldırıya başlayan silahlı grupların savaşçılarının da daha sonra sahada elde ettikleri büyük sonuçlar karşısında şaşkınlıklarını dile getirdikleri söylenebilir. Şu var ki Halep ve güney kırsalının bir günden kısa sürede silahlı grupların eline geçmesine neden olan ilk saldırı, ardından gelen tüm siyasi adımlar üzerinde büyük bir etki meydana getirdi.
Astana+ anlaşmasına katılan tarafların Doha’daki toplantısında katılımcılar gerçeklerle yüzleşmek zorunda kaldı. Savaşın durdurulması önerisi tartışıldığında, Rusya ve İran başta olmak üzere diğerlerinden bir kural talep eden ve bunu dayatmayı başaran ilk taraf Türklerdi: Rusya ve İran, rejim güçlerini desteklemek için doğrudan herhangi bir askeri eylemde bulunmayacaklardı. Buna mukabil Türkiye de aynı taahhütte bulunuyordu. Ancak orada bulunanlar için, sahadaki gerçeklerin Türklerin kuvvet göndererek müdahale etmesini, hatta savaşlara topçu veya hava desteği sağlamasını gerektirmediği açıktı. Tam tersi bir durum mevzu bahisti. Ruslar ve İranlılar, Beşşar Esad’a savaşın merkezinde yer almayacaklarını bildirir bildirmez Beşşar Esad kaybın yaklaştığını anladı.
Beşşar Esad savaşta büyük ölçüde Rusya ve İran müttefiklerinin doğrudan desteğine bağlı olduğundan, işleri bir araya getirmeye yönelik sonraki tüm girişimleri sonuçsuz kaldı. Hizbullah savaşçılarının Suriye’ye yöneleceği konuşulduğunda başta Hizbullah olmak üzere herkes, Hizbullah’ın bazı çıkarlarını korumak ve binlerce Suriyelinin silahlı güçlerce hedeflenen şehirlerin dışına kaçmasına yardım etmek için çalışacağını biliyordu. Hizbullah’ın lider kadrosu ilk andan itibaren kimse adına savaşamayacağını ve eldeki verilerin, Suriye ordusunun savaşmaya hazır olmadığını gösterdiğini ifade etti. Bütün bunlar askeri operasyonu hızlandırdı ve kısa sürede sonuçlanmasına yol açtı.
Bu noktada aylar önce yaşananlara dair toplanan verilerden bahsetmek faydalı olabilir. Evet, bu verilerden, silahlı grupların, Astana Anlaşması’na aykırı olarak rejimin ele geçirdiği bölgeleri geri almayı hedeflediklerini söyledikleri bir askeri operasyonun hazırlık sürecinde oldukları doğrulanabilir.
Haziran ortasında silahlı gruplardaki nüfuzlu isimler, Türkiye’nin, Kürtlerin daha büyük ayrılıkçı adımlara hazırlık olarak konumlarını sağlamlaştırmalarını önlemek için Kürtlere karşı büyük bir askeri operasyon düzenlemek istemesi nedeniyle, bir dönüm noktasının yaklaştığını belirtiyorlardı. Silahlı gruplar, Ankara’nın, kendilerinin Halep’le ilgili planlarına destek vermesi karşılığında tasarladığı askeri operasyonun gerçekleştirilmesinde Ankara’ya yardımcı olmaya hazır olduklarını ifade ediyorlardı. İsrail’in, Lübnan ve Gazze’ye yönelik saldırganlığının yoğunlaşmasıyla birlikte Türkler, İsrail’in Suriye topraklarına daha fazla nüfuzuna olanak tanıyacak gelişmelerden endişe ettiklerini dile getirmeye başladı. Nihayetinde bir Türk yetkili şunu söyledi: “İsrail’in Beyrut’a ulaşamayacağından emin olduğumuz gibi İsrail’in Şam’a doğru ilerleyişinin rahat olacağından da eminiz.”
Bu dönemde, bir kısım insanların haberdar olabileceği bazı mesajlar paylaşıldı. Mesajlar, Türkiye’nin, İsrail’in Amerikan desteğiyle Suriye’de geniş bir nüfuz paylaşımını dayatmakta istifade edeceği bir sahneden bahsettiğinin açık işaretlerini içeriyordu. Buna göre Kürtlerin doğuda ve Fırat çevresinde kendi devletlerini kurmalarına izin verilmesi karşılığında İsrail; Dera, Kuneytra ve Süveyde’deki bölgeleri kontrol ederken, geri kalan valilikler Suriye devletine bırakılacak ve Türkiye, İdlib ve kuzeybatı Halep’i kuşatacaktı.
Türkler bu tür bir hamleyi kabul etmezdi. Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Esad’la acil uzlaşma sağlanması için arabuluculara gönderdiği bazı mesajlarda, açıkça Esad’ı sevmediğini, onu devirmeye çalıştığını, ancak şimdi Esad’la anlaşmanın fayda sağlayacağını ifade etti. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “Büyük Halep” projesiyle kenti hem özgür ve geniş bir sanayi bölgesine dönüştüreceğini ve hem de Türkiye’nin, Suriye’ye uygulanan kuşatmayı ve yaptırımları bu yolla kırmaya çalışacağını söyleyerek siyasi teklifini ekonomik mevzularla da cazip hale getirmeye çalıştı. Ne var ki Türkler, bunun karşılığında Esad’dan, ana muhalefet güçlerinin Suriye devletinin merkezinde yer almasına olanak sağlayacak siyasi değişiklikleri başlatacağı sözünü almak istiyordu.
Zamanla Esad, Türkiye’nin teklifini reddetme konusunda daha katı hale geldi. Ana argümanı, Türkiye’nin güçlerini Suriye topraklarından çekmesi için bir takvim açıklaması gerektiğiydi. Belki müttefiklerinin çoğu Erdoğan’a inanmamıştı; ama kesin olan şu ki Esad, Arapların ve uluslararası güçlerin rejimine sağlayacağı bir himaye ağına dayanarak Ankara ile zorunlu bir anlaşma yapılmasını önleyeceğine ve İran’ın öncülüğünü yaptığı eksenden yavaş bir biçimde çıkmasına izin vereceğine inandığı bir strateji üzerinde iki yıldır Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Mısır ile birlikte çalışıyordu. Görünüşe göre Esad, Abu Dabi’nin, Amerikalılar ve bazı Avrupalılarla olan sorununu çözebileceğinden daha emin hale gelmişti. Ayrıca direniş güçleriyle ittifaktan çıkış stratejisini kabul etmesi halinde elde edeceği ekonomik teşvikler hakkında da çok şey duymuştu. Esad’ın Şam’dan ayrılmadan önceki son saatlerine kadar yanında kalan çalışanlarından biri şunları söylüyordu: Beşşar Esad, hâlâ silahlı grupların saldırısını durdurmak adına büyük bir şeyin gerçekleşeceğini umuyordu. İslamcıların Suriye yönetimini devralması yerine Arapların ve uluslararası toplumun, kendisinin iktidarda kalmasını tercih edeceğine inanıyordu.
Öte yandan silahlı grupların liderleri başlangıçta sürpriz saldırının, Halep savaşının hızla çözülmesine ve büyük savaşın gerçekleşmesini bekledikleri Hama’nın kuzey eteklerine yönelmelerine olanak sağlayacağı temelinde hareket ettiler. Ayrıca geçen Eylül ayında muhalif liderlerin “Suriye’nin 7 Ekimi”ni gerçekleştireceklerini söyledikleri nakledilmişti ve bu söylem sahadaki hazırlıklara da yansımıştı. Türkler, Heyet Tahrir Şam güçleri ve Suriye Milli Ordusu güçleri arasında herhangi bir sürtüşmeyi veya operasyonel adımlarda farklılığı önlemek için büyük çaba harcarken herkes, güney Suriye’deki silahlı grupların, özellikle de Ürdün komutası altında BAE ve Suudi finansmanıyla faaliyet gösteren güneydeki grupların “projeyi sabote edecek” adımlar atmasından korkuyordu.
Muhalifler, Hama’ya vardıktan sonra askeri operasyonun ilk aşamasının başarıyla sonuçlandığını ve Esad’ın daha önce reddettiği müzakerelere sürüklenmesinin mümkün hale geldiğini dile getirdi. Bu noktada silahlı gruplar, Türkiye’ye “anlaşma uğruna gerilimi tırmandırma anlaşması”na bağlılık konusunda güvence veriyorlardı. Ancak saha verileri, muhaliflerin kendilerinin dahi askeri planlarında ayarlamalar gerektiren büyük adımlar atmasına neden oldu. Aslında Suriye’nin tamamını kontrol edebilecek yeterli askeri güce sahip değillerdi ve ana muharip gruplar Halep bölgelerini kontrol altına alıp oraya yerleşmek için hareket etmişti. Ne var ki rejim güçlerinin ani çöküşü, bu güçlerin peş peşe güneye doğru kaydırılmasını zorunlu kılmıştı. Örneğin Humus düştüğünde Halep’te askerî bir kalabalık neredeyse yoktu.
Bu süre zarfında Türkiye’nin tutumu silahlı güçleri himayeden doğrudan onları yönetme aşamasına evrildi. Zira Ankara’nın kendisi de Esad ordusunun bu şekilde çökeceğini ummuyordu. Türk istihbaratı Rusya ve İran’ın çatışma merkezlerinden uzaklaşmak için toplandığını izlerken, bazı istihbarat teşkilatları da rejim subaylarının silahlarını bırakıp kaçmalarını teşvik için aralıksız çalışıyordu. Bir kısmına aileleriyle birlikte Suriye içinde veya dışında güvenli olduğunu düşündükleri yerlere taşınmaları için olanaklar sağlandı. Bazı bölgelerde gerçekleştirilen geniş çaplı kaçış operasyonlarına dair hiçbir takibat yapılmadı. Bu sırada “bilinmeyen bir kısım kişiler”, evrak ve belge toplamak amacıyla hızla bazı askerî karargahlara ve emniyet birimlerine ulaşmak için çatışma hattına girdi.
Bu esnada Ankara, olayların yönetimine tamamen dahil olmak adına hızla planlarında düzenlemeler yapıyordu. Bu durum, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın bir süreliğine diplomatik kıyafetini çıkararak Türk istihbaratının başına yeniden dönmesine neden olmuş, mevcut istihbarat başkanı İbrahim Kalın da onun yanına oturmuştu. Özellikle Türkiye’deki Suriyeli muhalif liderlerin çoğu üzerinde muazzam bir kişisel etkiye ve pek çok saha lideri hakkında da doğrudan bilgiye sahip olduğu için güvenlik, siyaset ve diplomasiyle alakalı iletişimi yönetmek onun için kolaydı. Fidan’ın bölgedeki mevkidaşları, Heyet Tahrir Şam liderini, Ebu Muhammed el-Culani aşamasından Ahmed eş-Şara aşamasına aktaran dönüşüm sürecini onun, bizzat denetlediğini doğruluyor ve şunu ekliyorlar: “Fidan, tüm bu süre zarfında Ahmed eş-Şara’nın sakallarını yeniden uzatmamasıyla özellikle ilgiliydi.” Silahlı grupların sahadaki davranışları, Türk tarafıyla tam koordinasyon içinde dikkatlice planlandı. Suriyeli muhalif güçler arasında Suriye’nin tamamının kontrolünün, topyekûn kanlı bir operasyonla sağlanamayacağını açıkça söyleyenlerin bulunduğu ve bazı muhaliflere ağır gelse bile ortalığı kan gölüne çevirmekten kaçınmanın, çözümleri gerektirdiği kaydedildi.
Neticede olan oldu. Ne var ki bir rejimle veya hükûmetle bazı tavizler vermesi için savaşmak başka bir şey; aniden kendinizi -bir başınıza- bir ülkeyi yönetmeye hak sahibi olarak bulmak ayrı bir şey. Esad’ın Şam’dan ayrılmasının ardından yaşanan hâkim kafa karışıklığında görülen de tam olarak buydu. Çünkü kuzeyden gelen güçlerin öncelikleri, öncelikle güneydeki grupların Şam’ı kontrol etmesini engellemek, ikinci olarak da onları Suriye başkentinden Şam’ın güney kırsalının ötesine sürmekti. Dolayısıyla aşama aşama bir operasyon gerçekleşti. Nitekim daha önceki zamanlarda başkent ve kırsallarından İdlib’e yönelen muhaliflerin, Heyet Tahrir Şam’a katılımı sağlanmadan önce mezkûr grup tarafından yoğun bir biçimde disipline edilmeleri adına çalışılmıştı. Bu insanların, yeniden gruplar kurmasının önüne geçmek adına uzun süre nefes almalarına izin verilmemişti. Evet, bu durum, eş-Şara güçlerinin Suriye başkentini ve tüm tesislerini neredeyse tamamen kontrol altına almayı başarmasının ardından ortaya çıktı. Ancak asıl zorluk bu dönemde devleti kimin yöneteceğiyle ilgiliydi. Bu dün olduğu gibi bugün de tartışma konusu. Gerçi mevzu sadece iktidara gelen muhalif güçlerle sınırlı değildi; yakın ve uzak bazı ülkeler de bu konuda söz sahibi olduklarını düşünüyordu.
Bugün Suriye, geçiş aşamasında değildir; hâlâ geçiş günlerini yaşamaktadır. Geçiş aşaması çerçevesinde yeni hükümetin temelini oluşturan güçler arasında anlaşmaya varılana kadar haftalar geçecektir. Özellikle Ahmed eş-Şara karşıtları, insanları arkalarına toplayamadan, Ahmed eş-Şara’nın her şey üzerinde kontrol kurmasından korkmaktadır. Dünyanın çeşitli başkentlerine dağılmış muhalifler arasında aslında herhangi bir koordinasyon olmamıştır ve bu muhaliflerin hepsi henüz Suriye’ye dönmemiştir. Sokaktaki insanlara gelince onlar, sahadaki en güçlü adama katılmak için içgüdülerinin ardından koşmaktadır.
Kudüs Haber Ajansı - KHA