Soruya doğrudan verilecek cevap: Hayır. Bir Arap devletinin, özelde de Suudi Arabistan’ın normalleşmesine taktiksel açıdan yaklaşılamaz. Başka bir deyişle, konunun gündemden düşürülmesi daha iyidir veya birçok Arap muhalifin adeti olduğu üzere Suudi Arabistan rejimini şimdi didik didik edip kişisel ve siyasi kinleri gidermek de mümkündür. Ya da Filistinli bir yaşlının bakış açısı ile durumu değerlendirebiliriz: Bırakın normalleşsinler; kendilerini bizden sanmamıza sebebiyet vermelerinden daha iyidir.
Özellikle 7 Ekim sonrası dünyaya stratejik açıdan bakıldığında mesele, bölgede kriz yaşayanların ittifakı olarak kaldığı için ne hafife alınabilir ne de abartılabilir. Suudi Arabistan normalleşmesinin varlığı ve etkisi şanlı 7 Ekim’den önce kesinlikle daha büyük olurdu. 7 Ekim tarihini şanlı kılan şeylerden biri de zaten budur.
ABD’de seçimler gerçekleşmeden, Biden yönetiminden “kazanılmış” bir anlaşma elde etmek amacıyla normalleşme, Suudilerin 2024 yılı gündemindeydi. Amerikan bakış açısına göre normalleşme projesi, Yahya Sinvar ve Muhammed Dayf düşmanın hamlesini beklemeden dizginleri ele geçirme kararı almadan önce, bölgeyi yeniden tanzime ve Filistin meselesini tasfiyeye odaklanmıştı. Ancak beklenmedik bir şekilde gelen bu hamle, Suudi Arabistan-İsrail normalleşmesini Amerika’nın Orta Doğu’yu yeniden şekillendirme yolundan, hem Amerika’nın hem de İsrail’in her birinin kendi içinde ve hem de kendi aralarında yüzleşmekle mükellef oldukları derin krizi yönetmek için bir karta dönüştüren, farklı bir küresel iklim meydana getirdi.
Suudiler ilk şoku atlatıp, erkenden krizi fırsata çevirme mantığına büründüler. Bir yandan diplomatik söylemlerini genel olarak imajlarına zarar vermeyecek şekilde ayarladılar; öte yandan medyaları, ulusal ve Arap propagandacıları aracılığıyla Siyonist dişlerini ortaya çıkardılar. Böylece hiç olmadıkları kadar Arapça konuşan İbranilere dönüştüler. Direnişe, özellikle de Hamas hareketine karşı geniş bir medya cephesi açtılar.
Suudiler ve birçok Amerikalı, sonunda Enver Sedat’ı ortaya çıkaran Ekim 1973 Savaşı senaryosunu hatırlatan bir tasavvur geliştirdiler. Tabii ki bu sahnenin Enver Sedat’ı Muhammed bin Selman oluyordu. Suudiler, Amerikalıların yeni bir Sedat’a her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyduğunu ve dolayısıyla anlaşma için pazarlık kozlarının olduğunu hissettiler. “Anlaşma”dan bahsederken, burada Suudilerin gerçekte ne istediğini hatırlamak faydalı olur. Onlar, Katarlıların mücadelesini verdiği gibi kendilerinin korunmasına yönelik bağlayıcı bir anlaşma şeklindeki güvenlik garantilerinin peşindeler. Bu açıdan bakıldığında, Aksa Tufanı sonrasında Suudiler için bugünkü bölgesel ortam, korumanın her zamankinden daha fazla ve en hızlı bir şekilde sağlanmasını gerektirmekte. İnsansız hava araçları gökyüzünde dolaşıyor ve balistik füzelerin fırlatılması sıkça yaşanan bir olaya dönüşmüş. Binaenaleyh anlaşma, Suudiler için acil bir ihtiyaç ve zorunluluğu temsil etmekte.
Burada önemli bir konuyu açıklığa kavuşturmamız gerekiyor: Halklar ve direniş cepheleri olarak bizler dünyaya ve tarihe prenslerden ve krallardan farklı bakıyoruz. Yani biz, İsrail ile Amerika’yı birbirine bağlayan, İsrail’in Amerika için gelişmiş bir üs olduğu ve Amerika’nın, Siyonist koloninin emperyalist destekçisi olduğu yönünde siyasi teoriler geliştirirken; prensler ve onların aydınları aynı verilere dayanan ancak tam tersi sonuçlar veren başka teoriler geliştiriyor. Çünkü onların Amerika’ya ulaşmak için İsrail’e ihtiyaçları var ve bunu da açıkça söylüyorlar. Yine mesela, İran’ın hücumunu ele alacak olursak biz, İsrail ve Amerika’nın caydırıcılığının çökmesi ve mücadelemizin faydasına dönük bir okuma yaparken, Körfez’dekiler ve Siyonistler aynı verilerle farklı bir sonuca varıyor ve yaşananları Direniş hareketleri karşısında bölgesel iş birliği ve savunma sürecinin “başarısı” olarak değerlendiriyorlar. Söylenceler bir yana şöyle bir gözümüzün önüne getirelim: En yüksek kulede mutlak parıltısıyla Körfez, çok büyük bir parti, muhteşem büyük bir proje… Evet böylesi bir ortamda “bir hava saldırısına tarihin gördüğü en büyük savunma operasyonunun” -hele bir de bu operasyon, Körfez ülkelerini ve onların ekonomik emellerini çevreleyen bölgesel “kaosa” teknik bir çözüm de olacaksa- bir Suudi prensin kulaklarına fısıldanıyor.
Bir başka önemli mevzu da Arap ülkeleri ile Siyonist varlık arasındaki tüm normalleşme anlaşmalarını okuyan herkes için anlaşmaların iki bölümden oluşması:
- Ana kısım: Arap rejiminin çıkarları ve elde ettikleri (ekonomik yardımlar, güvenlik anlaşmaları, askeri anlaşmalar, bir bölge coğrafyası üzerindeki egemenliğin tanınması, yaptırımların kaldırılması vs.)
- Gerekçeler, anlatılar ve normalleşmeyi duyurmanın biçim ve kalıplarından müteşekkil bir paket olan “şerh”.
Şerh, prenslerin gerekçe beyan etmekle vazifeli aydınlarının sımsıkı tutunduğu ve sanki Birleşik Arap Emirlikleri’nin normalleşmesi, Batı Şeria’yı, % 5’inin ilhakından kurtarmış gibi ilk normalleşme duyurusunun ivmesiyle tekrarladığı şeydir. Doğrusu Siyonist soykırımın, hiçbir gerekçe ya da mazeret bırakmadığını düşünen varsa onlar Arap rejimlerini tanımıyor demektir. Suudilerin üzerinde çalıştığı ve entelektüellerinin başından beri önünü açtığı şey, Hamas liderliğinin Filistinlileri tehlikeye attığı, Suudilerin ise Filistinlilerin çıkarı için normalleşmeye yöneldiği ve kendilerinin onları kurtaracak rasyonel, olgunlaşmış insanlar olduğudur. Keza onlar da Filistinlilerin yararına normalleşme yoluna giren her Arap devleti gibi % 5’lik bir bölüm kurtarmışlardır; ama İsrail’den değil Gazze’den! Gayet tabii yine hepimiz, Filistin’in çıkarlarının Suud prenslerinin temel kaygısı olduğunu bilmekteyiz(!) Veriler, Suudilerin şerhinin, dün işe yaramadığı halde yine de işe yaraması umulan, sömürü ve aptal yerine koyma politikası dahilinde yıllar boyu tekrarlanan, Filistin devletine giden bir yolu ilan etmekte kendine bir karşılık bulacağını gösteriyor.
Son olarak şunu söyleyebiliriz ki göstergeler, Aksa Tufanı’nın, Amerikalıların harekete geçme ve normalleşmeyi tasarlama yeteneğini ellerinden aldığı ve nihayetinde yeni “Suudi Arabistan-İsrail normalleşmesinin” Aksa Tufanı’na bir tepki olarak ortaya çıktığı bir noktaya bizi getirmekte ki bu da projeye benzeri görülmemiş boyutlar kazandırmaktadır. Projeyi yöneten kişinin Thomas Friedman olması da müjde niteliğinde bir haber. Yalnızca bölge ile alakalı teorileri konusundaki başarısız geçmişi ve Amerikalıların yeni teorisyenler yetiştirmedeki yetersizliği ve dolayısıyla sürekli başarısızlığa uğramaları nedeniyle değil; daha ziyade Friedman’ın kişisel ve psikolojik kompleksi nedeniyle bu böyle. Açıkçası o sadece, siyonizmden ötürü çektiğimiz acının boyutunu kendisi üzerinden incelediğimiz bir laboratuvar faresinden başka bir şey değil. Friedman’ın bugünkü teorik ve siyasi yaklaşımının tamamının liberal ve dindar siyonizm çelişkisi çerçevesinde olduğu bilinmekte. Evet, Suudi Arabistan-Amerikan güvenlik anlaşmasının, normalleşme olsun ya da olmasın, gerçekleşeceğine dair boş tehditte tecessüm ettiği gibi bugün Biden yönetimi de onunla aynı fikirde gibi görünüp Suudilerle normalleşme kartını kullanarak Netanyahu üzerinde baskı kurmayı hedefliyor. Bu arada Netanyahu’nun kariyerini bitirmek, Friedman’ın her şeyden çok istediği bir şey. Dolayısıyla 7 Ekim öncesi Suudi Arabistan-İsrail normalleşmesi, Amerika’nın bölgeyi düzene sokma çabaları çerçevesinde gelişse de bugün görünen o ki bu normalleşme, dünyaya gözlerini hasta olarak açacak ve bölgede kaos için bir karta dönüşecek. Hiç şüphe yok ki bu kart başarısızlıkla sonuçlanacak. Tam da burada bilmemiz gereken şey, bu başarısızlığın bize bağlı olduğu! Düşman cephesi hangi krizi yaşarsa yaşasın, bize düşen o krizi fırsata çevirmek! Suudilerin normalleşme tehlikesini ve etkilerini boşa çıkarmak, eyleme geçmeyi gerektiriyor. Biz de Filistin halkına bunu yapmaya devam etme sözü veriyoruz.
Çev. Muhammed Yaşar
Kudüs Haber Ajansı - KHA