İran’ın, füze saldırısı sonucu İsrail’in çeşitli mevki ve üslerine verdiği zararın boyutu ve bunun işgal “ordusu”nun askeri yetenekleri üzerinde ne denli bir etki oluşturduğu bir yana, İran yönetiminin bu büyüklükte bir harekât kararı alması, iki ezeli düşman arasında gerçekleşecek bir sonraki karşılaşmanın şeklinin belirlenmesi açısından önemli ve belirleyici bir gelişme olarak değerlendiriliyor.
Başta nükleer programın fikir babası Muhsin Fahrizade olmak üzere Tahran’ın göbeğinde onlarca İranlı bilim adamının öldürülmesinde veya çok sayıda siber saldırının yanı sıra Suriye ve Irak’taki bazı mevkilerin hedef alınmasında vücut bulan İsrail saldırıları karşısında geçtiğimiz yıllarda stratejik bir sabırla mukabelede bulunmayı bir metot olarak benimseyen İran, birçok karmaşık hesaplama sonucunda kimi zaman imkânsız gibi görünen yeni bir politika izlemeye başladı. İran, uzun vadeli sabır politikasından büyük bir hassasiyetle hesaplanan yerinde tepkiler seçeneğine yöneldi. Bu durum, İran’ın, düşmanlarına seçeneklerinin sınırlı olduğu konusunda bir his uyandırmama ve Siyonist varlığı her taraftan kuşatmayı hedefleyen bölgedeki büyük projesini koruma düzleminde yapılan saldırılara karşılık verme veya Amerika Birleşik Devletleri ve onu takip eden ve bir zamanlar büyük kabul edilen ülkelerin oluşturduğu şer ekseni ile mücadele ederken şehadete kavuşan neferlerinin intikamını alma bağlamında eli kolu bağlı ve aciz olduğuna dair bir görüntü vermeme arzusunu işaret ediyor.
Tahran’ın, Suriye’nin başkenti Şam’daki konsolosluğunu İsrail’in hedef alma suçuna ve İran Devrim Muhafızları’ndan yedi komutanın şehadet makamına ermesine bir karşılık olarak İran topraklarının kalbinden gelen füzeler ve insansız hava araçlarıyla İbrani “devletinin” derinliklerini hedef alma hamlesinin, yaklaşık dört buçuk yıl önce Kudüs Gücü Komutanı Korgeneral Kasım Süleymani’ye Amerikan uçaklarının, Bağdat Uluslararası Havalimanı yakınlarında o vakit yürürlükte olan tüm kırmızı çizgileri aşan ve Amerika ile İran arasındaki angajman kurallarının çoğunu çiğnediği kabul edilen suikastı düzenlemesinin akabinde yaşananlara tamamen benzediği görülebilir.
İsrail “ordusunun”, birçok angajman kuralını çiğnemesi ve geçmiş yıllarda gözetilen kırmızı çizgileri açık bir şekilde ihlal etmesi olarak değerlendirilen İran konsolosluğu suçunu işlemesinden sonra birçok uzman, iyi niyetle ya da başka bir şekilde gerçekçi olmayan verilere dayalı hesaplamalar tuzağına düştü. Öyle ki bu insanlardan birçoğu, Viyana Anlaşması uyarınca İran toprağı olan konsolosluğa yönelik kanlı saldırıyı İran’ın kabullenmesi ve acısını yutması fikrini savundu ve hala da savunuyor. Böylesi bir yaklaşımın sebebi de İslam Cumhuriyeti’nin karşılık vermeye karar vermesi durumunda ortaya çıkacak olası yansımalardan korkulması ve Netanyahu liderliğindeki İsrail hükümetinin, tüm bölgeyi Amerikan güçlerinin doğrudan katıldığı geniş çaplı bir çatışmaya sürüklemesinin önüne geçme düşüncesidir ki böyle bir durumda onlara göre İsrailliler her zaman olmasını arzu ettikleri hedefe ulaşacak ve Siyonist varlığın önceki yıllarda yapmaktan aciz kaldığı bir biçimde İsrail, Amerikalıların ve müttefik ordularının yardımıyla düşman İran’dan ve bölgedeki geri kalan diğer direniş güçlerinden kurtulacaktı. Ne var ki Pazar günü en göze çarpanı, konsolosluk binasına düzenlenen saldırıya katılan savaş uçaklarının havalandığı ve başbakanın uçağının da bulunduğu işgal altındaki Nakab’da yer alana Nefatim üssü olmak üzere İsrail’in bazı askeri hava üslerine yönelik geniş çaplı İran bombardımanıyla gerçekleşen şey tüm görüntüyü alt üst etti ve Direniş Ekseni ile şer ekseni arasındaki yüzleşme kartlarını da önemli ölçüde yeniden dizayn etti. Görünen o ki Tahran’ın hücumuna karşı İsrail’in geniş çaplı bir tepkisi olmazsa gerilim önceki seviyesine geri dönecek ve bölgeyi ateşe verme ve Gazze çamurundan çıkıp her şeyi yakıp kül etme düşüne dayalı bölgesel bir savaşı hedefleyen Netanyahu ve savaş konseyinin entrikaları boşa çıkacak. Burada şunu da belirtmek gerekir ki 28. Hava Kuvvetleri Üssü olarak da adlandırılan Nefatim Üssü, Siyonist varlığın en önemli hava üslerinden biri olarak kabul ediliyor ve aynı zamanda İsrail ve uluslararası güçler için askeri havaalanı olarak da sınıflandırılıyor. Üs, işgal altındaki Bi’rseba şehrinde bulunuyor ve F-35 uçaklarından oluşan filolara sahip ve Gazze Şeridi’nden yaklaşık 70 km uzakta.
Nefatim üssünü bu kadar önemli kılan şey, İsrail Hava Kuvvetleri Stratejik Hava Komutanlığı’nın yer altında bulunan karargâhını da bünyesinde barındırması. Ayrıca üssün içinde bulunan F-16 uçaklarının, 1981 yılında Irak’ın Tammuz nükleer reaktörünün bombalanmasına katıldığı ve son yıllarda Gazze Şeridi’ni hedef alan geniş çaplı bombalama operasyonlarına ve özellikle de 6 aydan fazla bir süredir devam eden Aksa Tufanı Savaşı’na devamlı surette katıldığı düşünülüyor.
Peki İran İslam Cumhuriyeti neden bölgedeki tüm müttefikleriyle birlikte doğrudan ve kararlı bir yanıt seçeneğine başvurdu ve neden her zamanki gibi sakin ve uzun vadeli sabrını korumayı tercih etmedi? Nitekim tepki verme konusunda kerahetlerini ifade eden bazıları, karşılık vermemenin, başta İsrail ve Amerika olmak üzere, İran’ın düşmanlarıyla yüzleşmesinin sonucu olarak başına gelebilecek yıkıcı etkilerden onu koruyacağını da söylüyordu.
Hakikat, ABD Dışişleri Bakanlığı ofislerinde haber bültenlerinin hazırlandığı birçok medya kuruluşunun, uygulanabilirliğini sorguladığı İran’ın tepkisine pek çok açıdan bakılabilir ki bunlardan en önemlisi, İsrail’in iç ve dış müdahalelere dair hesapların bir sonucu olarak İran’ın yanıt verme konusundaki yetersizliğine veya yanıt vermedeki isteksizliğine dair yanlış durum değerlendirmelerine dayanarak, Şam’ın Mezze mahallesindeki hain operasyonunda yıkıcı bir darbeyle devirmeye çalıştığı İran’ın prestijinin korunması meselesidir. Burada İran’ın prestijini korumanın, öncelikli olarak sadece devletin prestijiyle bağlantılı olmadığını daha ziyade uluslararası ve bölgesel ilişkilerinin yanı sıra askeri ve mali yetenek ve kabiliyetlerine de geniş bir alan ayırdığı ve İran’ın başında bulunduğu ve kantarın topuzunu temsil ettiği bölgedeki Direniş Ekseni’nin prestijini korumakla bağlantılı olduğunu belirtmek gerekir.
Amerika ve Batı’nın dikkat çekici alarmına ve Amerikan ve İngiliz filolarının aleve tutulmuş su yollarında birikmesine ek olarak Siyonist İsrail’in, her zaman yaptığı gibi bulanık suda balık avlamaya çalışarak önceki yıllarda yapamadığını başarmak adına bölgenin içinden geçtiği hassas koşullardan, Gazze Şeridi’nde yürüttüğü çılgın savaştan ve bununla bağlantılı olarak Lübnan, Yemen, Irak ve Suriye’deki diğer destek cephelerinden fayda devşirmeye çalıştığını bedaheten görebiliriz.
İran, düşmanları tarafından daha iyi bilinen bölge genelinde elde ettiği somut başarıları korumak için konsolosluğuna gerçekleştirilen saldırıyı yutmayı, yansımalarını sineye çekmeyi ve eskiden yaptığı üzere sabırla bekleme stratejisini sürdürmeyi tercih etseydi, İsrail’in bu cehennemi planı başarılı olabilirdi. Ancak bu gerçekleşmedi ve başta İslam Cumhuriyeti’nin Rehberi Ali Hamaney ve Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi olmak üzere İran’ın tüm devlet erkanınca vurgulanan ve herkese ilan edilen karşılık verme seçeneğinden Tahran’ı caydırmak için öne sürülen ne medya propagandaları ne de harekâttan önceki günlerde kendisine karşı başlatılan büyük psikolojik savaş dalgaları başarıya ulaştı.
Tüm uluslararası hukuka göre meşru olan Gerçek Vaad Operasyonu başlatıldığında İran’ın, devletin prestijini ve Direniş Ekseni’ni koruma konusundaki çabasının bazılarının sandığının aksine diğer meselelerden çok daha önemli olduğu herkes tarafından açıkça görüldü. Ayrıca, özellikle de uzun süredir maruz kaldığı boğucu kuşatmaya rağmen 45 yıldan fazla bir sürede büyük bir birliktelik inşa etmesine imkan tanıyan ve muazzam stratejik derinliğe sahip ülkeler arasında yer almasına olanak sağlayan tüm faktörlere sahip olması nedeniyle, uçurumun kenarında eğlenme sanatında ustalaşan İran’ın, güçlü ve muktedir bir ülke olarak prestijini korumak adına gerektiğinde bu seçeneği diğer seçeneklere tercih etme eğiliminde olduğu ve bunun karşılığında birçok çıkarından vazgeçmeye hazır olduğu da görüldü.
İran İslam Cumhuriyeti’ni, Siyonist yapı ile -İsrail’in yanıt vermeye karar vermesi halinde yakın bir gelecekte bazılarını görebileceğimiz pek çok riske rağmen- doğrudan yüzleşme seçeneğine iten ikinci neden, şer eksenine karşı sadece İran ile ilgili meselelere hâkim olanların bildiği pek çok büyük fedakarlıkla, geçtiğimiz yıllarda pekiştirdiği bölgedeki siyasi ve askeri dengeleri koruma isteğidir. Bu dengeler, İran’ın başında bulunduğu Direniş Ekseni’nin uzun süredir kendisine yasak olan birçok yerde mevzilenmesine ve pek çok askeri ve lojistik kabiliyetini önceden giremediği alanlarda konuşlandırmasına olanak tanıdı. Nihayetinde İbranî “devletinin” boynundaki bağ en son raddeye geldi ve Direniş Ekseni kuvvetleri ile Siyonist düşman “ordusu” arasındaki mesafe minimuma indi ki bu durum pek çok uzmanın müjdelediği ve işgalci “devlet” ile destekçilerinin büyük bir endişe ve korkuyla beklediği ve bizim de pek de uzak görmediğimiz bir noktada doğrudan ve geniş çaplı bir çatışmaya yol verebilir.
Hezimete uğrayan ve engellenmiş insanların bir kısmı her ne kadar Direniş Ekseni güçlerinin işgal altındaki Filistin sınırları yakınlarındaki mevcudiyetini, bazılarının söylediği üzere, İran’ın mezhepçi projesine bir tür hizmet olarak görse de bu, İran’ın şanlı İslam Devrimi’nden bu yana gerçekleştirmeye çalıştığı “Hilal”i yükseltme fikrinin devamından başka bir şey değil. İşin iç yüzünü bilenler, Direniş Ekseni’nin bu mevcudiyetinin, bölgedeki tüm olaylara etkisini ve gerek uzak gerek yakın gelecekte bu coğrafyaya jeostratejik yansımalarının olabileceğini gayet iyi idrak etmekte.
Bize göre üçüncü sebep ise İran İslam Cumhuriyeti’nin mağlup ve kanadı kırılmış bir devlet olarak görünmekten kaçınma arzusudur. Bu konu, sadece işgalci “devlet” ile çatışma ilişkisiyle alakalı değil; daha ziyade -İsrail’in Şam’daki operasyonu hakkında -inkâr etmesine rağmen besbelli- hiç şüphesiz önceden bilgilendirilen ve işgal “ordusu” ile ortak koordinasyon üzerinden başından sonuna kadar harekâtı yakından takip eden dünyadaki kötülüğün başı Amerika Birleşik Devletleri ile her zaman gergin olan ilişkiyle alakalı. ABD’nin, gerek istihbarat bilgileri gerekse bu alanda sahip olduğu muazzam araç ve yeteneklerle bu mevzuya dahil olması veya konsolosluk saldırısının, dünyadaki tüm diplomatik merkezlerce kabul edilen uluslararası yasaları ihlal etmesine rağmen Washington’un kınamaktan veya suç olarak görmekten kaçınmakla bu süreci meşrulaştırmak adına siyasi ve hukuki destek sağlayarak Siyonist varlığa sırt vermesi yine kesinlikle hemen fark edilebilecek bir mevzudur.
Sonuç olarak İran İslam Cumhuriyeti, Amerika’ya ve onun Arap ve Arap olmayan müttefiklerine elinin nerelere uzanabileceğini, Siyonist saldırganlığa yanıt verme gücünü, tepkisinin başka herhangi bir tarafın saldırganlığını da kapsayacak şekilde -hasım, Şehit Süleymani suikastından sonra bunu tecrübe eden Amerika da olsa- genişletilebileceğini ve İran’ın meşhur bilgeliğinin ve birçok aşamada zarara karşı gösterdiği sabrın, ezici bir öfkeye ve kararlı bir tepkiye dönüşerek, düşmanlarının bu aziz ülkenin sonsuza kadar yıkılmasını düşledikleri hülyaları yok edebileceğini göstermek istedi.
Her halükârda İran’ın Siyonist mevkilere yönelik hücumunun sahadaki kısa vadeli yansımalarına ve İsrail ile Amerika’nın bu hücumun sonuçlarını en aza indirmeye yönelik çabalarına bakılmaksızın önümüzdeki günler, daha önceki deneyimlerle karşılaştırıldığında dikkat çekici ve etkileyici neticeler ortaya çıkaracaktır. Çatışma, öncekinden tamamen farklı yeni bir aşamaya girdiği için Tahran’ın verdiği tepkiden sonra bölge artık eskisi gibi olmayacaktır.
Evet, pek çok tarafın isteği dışında, özellikle de kriz içindeki Netanyahu’nun, kendisini birçok iç ve dış krizden “İsrail”in çıkacağı yıkıcı bir bölgesel savaşa sürüklemeye çalıştığının diğerlerinden daha da fazla farkında olan düşman Amerika’nın rağbetine muhalif olarak bölge, İbrani “devletindeki” aşırı sağın arzusuna bağlı ağır kalibreli bir çatışmaya doğru ilerliyor. Bu noktada İran’ın dikkatle hesapladığı tepki sonrasında rahat bir nefes alan kişinin, başkanlık seçimlerinin kapısındaki Yahudi lobisine bağımlı Beyaz Saray sakini olduğunu söylersek abartmış olmayız. Zira kendisi, son dönemde yaşanan pek çok değişikliğin neticesinde, risklerini ve sonuçlarını herkesten iyi bildiği bu maceraya atılmak istemiyor.
Olanların ve önümüzdeki günlerde olabileceklerin, daha önce yürürlükte olan angajman kuralları dahilinde kalacağına ve en iyi ihtimalle İran’ın İsrail’e yönelik büyük hücumuyla yeniden belirlediği kırmızı çizgilerden sapmayacağına inanıyoruz. Gerçek Vaad Harekâtı’nın meydana getirdiği denge ışığında işlerin, Siyonist varlık başta olmak üzere herkesin kavrulacağı topyekûn bir savaşa kayacağını düşünmüyoruz. Bununla beraber Tel Aviv’in, Pazar günü şafak vakti olanlara tepkisinde fazla ileri gitmesi halinde orta düzey bir tırmanış da ufukta görünmeye devam ediyor.
Kudüs Haber Ajansı - KHA