Devrimin Yıldönümünde Arap Dünyasının Durumu

Hasan Nafia tarafından al-mayadeen.net adlı internet sitesinde kaleme alınan “İRAN İSLAM DEVRİMİ’NİN YILDÖNÜMÜNDE ARAP DÜNYASINA DAİR BAZI MÜTALAALAR” başlıklı yazıyı siz kıymetli okuyucularımız için çevirdik. 

17 Şubat 2024
Devrimin Yıldönümünde Arap Dünyasının Durumu

Birkaç gün önce, Şah rejimini deviren ve ABD ile İsrail’in Ortadoğu’da izlediği politikalara karşı bir rejim kuran İran Devrimi’nin parlayıp tutuşmasının 45. yıl dönümü kutlandı.

Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat’ın, özellikle 1977’de Kudüs’e yaptığı ziyaretten sonra Arap-İsrail çatışmasına yönelik izlediği politikada meydana gelen köklü değişiklik nedeniyle Arap dünyasının keskin bölünmelere sahne olduğu bir dönemde İslam Devrimi ortaya çıkmıştı. Dolayısıyla bunun bölgedeki tüm etkileşimlerde, özellikle de Filistin meselesinin gidişatı ve kaderiyle ilgili konularda ciddi ve geniş kapsamlı yansımaları olması tabiiydi.

17 Eylül 1978'de, yani İran Devrimi’nden birkaç ay önce Enver Sedat, çoğu Arap ülkesinin Mısır’la resmi ilişkilerini kesmesine ve Arap Birliği’nin karargâhını Tunus’a taşımasına neden olan Camp David Anlaşması’nı imzaladı.

Attığı adıma İran Şahı’nın desteği konusunda büyük umut besleyen Sedat’ın, İran’ı Amerika ve İsrail yörüngesinde dönen ülkeler kategorisinden çıkaran ve onların politikalarını reddeden ve karşı çıkan ülkeler kategorisine yerleştiren bir devrimin yaşanması sonucunda büyük hayal kırıklığı yaşaması doğaldı.

İran İslam Devrimi neticesinde ortaya çıkan yeni bölgesel gerçekler, dengeler ve denklemler ışığında bu büyüklükteki önemli bir olayın Enver Sedat’ı sonraki adımları düşünmeye itmesi gerekirken Sedat, burnunun dikine gidip ileriye doğru atılma politikasına başvurmaya ve Camp David Anlaşması’nı reddeden tüm güçlere meydan okumaya devam etmeye karar verdi. Bu da Şah rejiminin resmi olarak yıkılmasından birkaç hafta önce yani 16 Ocak 1979’da Şah’ın, İran’ı ardında bırakarak sürgüne gitmesinin akabinde Enver Sedat’ın kendisini Mısır’da ağırlamaya kalkışmasını ve 26 Mart 1979 tarihinde yani Tahran’da yeni devrimci rejimin 11 Şubat 1979’da göreve başlamasından iki aydan kısa bir süre sonra Mısır ile İsrail arasında ayrı bir barış anlaşması imzalamasını açıklıyor.

Vakıa bu yeni İran rejimi, bölgenin birbirini tamamen zıt yönlere iten iki akımın cazibesine kapıldığı bir dönemde faaliyete geçti. Bu akımlardan ilki, Arap-İsrail çatışmasına barışçıl bir çözüm bulma çabalarını ilerletmek namına ve Filistin sorununun çözümü için vazgeçilmesi zor bir Amerikan rolünün zaruri bir ihtiyaç olduğunu iddia ederek ABD ve İsrail ile yakınlaşma arayışındaydı. İkincisi ise, ABD ve İsrail’in izlediği politikaları bölgenin istikrarına, güvenliğine ve refahına yönelik tehdidin ana sebeplerinden biri olarak görüyor ve bu nedenle bu politikalarla yüzleşmeyi ve olumsuz etkilerini sınırlamayı hedefliyordu.

Sedatçı Mısır, 1973 Savaşı sonrasında daha önce işaret ettiğimiz politikalarla ilk akıma öncülük ederken, İmam Humeyni’nin İran’ı ise devrimin zaferi sonrasında izlediği politikalarla ikinci akıma öncülük etti. İran’nın tavrı, bir taraftan Tahran’daki Amerikan Büyükelçiliği’nde alıkonulan Amerikalı rehinelerin krizi sırasında, diğer taraftan da İran’ın İsrail Büyükelçisi’ni sınır dışı etmesi ve Tahran’daki İsrail Büyükelçiliği merkezini Filistin Kurtuluş Örgütü’ne devretmesiyle açıkça ortaya çıktı.

Arap ülkeleri, İran’daki yeni devrim rejimini ortak kriterlere göre ele almamış, Arap dünyası bu konuda iki karşıt gruba ayrılmıştı. Birincisi, bu rejime, geleceğe olası etkileri ve Filistin meselesinin kaderi açısından bakmış ve devrimde Arap mücadelesini destekleyen bir stratejik derinlik ve Mısır’ın bu çatışmanın askeri denkleminden çekilmesinden kaynaklanan dengesizliği telafi edecek bir aday görmüştü. İkincisi ise, bazı Arap toplumlarının, özellikle de Şii mezhebinin önemli bir demografik ve siyasi güç oluşturduğu toplumların iç koşulları üzerindeki potansiyel etkileri perspektifinden bakmış ve onu devrimi ihraç etmeye ve Şii doktrinini ve velayeti fakih teorisini teşvik etmeye çalışan mezhepçi bir rejim olarak değerlendirmişti.

İlk ekibe Hafız Esad başkanlığındaki Suriye liderlik ederken, ikinci ekibe Saddam Hüseyin başkanlığındaki Irak liderlik etti ve Körfez bölgesindeki muhafazakâr Arap rejimlerinin çoğu onun arkasında saf tuttu. Hiç şüphe yok ki ABD, bu kutuplaşmış durumda hem Irak’ı hem de İran’ı, her ikisi için de yaklaşık sekiz yıl süren yıkıcı bir yıpratma savaşına çekme fırsatını buldu ve daha sonraki bir aşamada Irak’ı bir yola sokarak Kuveyt’i işgal etmeye yönlendirmede başarılı oldu. Bu yaşananların tüm yansımaları, hepsi, İsrail’in lehineydi.

Bu gelişmeler, bir yandan Sedat’ın Kudüs ziyareti sonrasında Mısır’ın İsrail ile çatışma denkleminden çekilmesiyle ortaya çıkan dengesizliği telafi etmek amacıyla oluşturulan ve “Direniş ve Yüzleşme Cephesi” olarak bilinen Arap cephesinin çökmesiyle öte yandan Arap-İsrail çatışmasının çözümünde Sedatçı yaklaşımın lehine bir durumla neticelendi. Suriye dahil tüm Arap ülkelerinin katıldığı Madrid Konferansı’nda, daha sonra Filistin Kurtuluş Örgütü’nün 1993’te bir felaket olan Oslo Anlaşması’nı imzalamasında ve ardından Ürdün’ün 1994’te İsrail’le kolektif Arap normalleşmesinin ilk dalgası olan Vadi Arabe Anlaşması’nı imzalamasında bu yaklaşım açıkça ortaya çıktı.

Ne var ki bir yanda İsrail’in, Filistin halkının asgari tarihsel haklarını güvence altına alan her türlü dengeli siyasi çözümü reddetme ısrarı, diğer yanda Sovyetler Birliği’nin yıkılıp dağılmasının ardından Amerika Birleşik Devletleri’nin dünya düzeni üzerinde tek taraflı hegemonya kurma ısrarı, bölgenin mukadderatına hakim olmaya yönelik Amerikan-İsrail projesine direnmek için çalışmaktan başka çare bırakmadı ve nihayetinde yaşananlar, İran’ın liderliğini üstlendiği Direniş Ekseni’nin kademeli olarak oluşumunu kolaylaştırdı.

Orta Doğu bölgesinin son kırk yılda tanık olduğu genel gelişmeleri düşünen herkes, İran’ın, bölgede dış politikası tam bir netlik ve süreklilik ile karakterize edilen ve ulusal güvenliğine yönelik tüm tehdit kaynaklarıyla yüzleşmek hususunda kendi güçlerine ve kaynaklarına güvenen tek ülke olduğunu görebilir.

İran, 1970’lerin sonunda doğan devrimci rejiminin istikrara kavuştuğu ilk andan itibaren, ABD ve İsrail’i, kendi sistemini yıkmak ve yerine işbirlikçi bir rejim getirmek için mümkün olan tüm araçları kullanmaya çalışan ortak bir düşman olarak gördü ve ayrıca bölgedeki Amerikan ve İsrail politikalarının ulusal güvenliğine yönelik ana tehdit kaynağı olduğunu da bildi. Dolayısıyla bu politikalara karşı durmak ve çeşitli alanlarda onlarla yüzleşmeye çalışmaktan başka çaresi yoktu ki bunu da büyük ölçüde başardı.

İran’ın seksenli yıllarının sonlarındaki durumuyla, özellikle de İmam Humeyni’nin Irak’la savaşı sona erdirmek adına kendisini zehirli kadehi içmek zorunda bulduğu dönemdeki durumuyla, bugünkü durumunu karşılaştırmak kendi öz yeteneklerini geliştirme yolunda kat ettiği mesafenin boyutunun farkına varılması için yeterlidir.

Bugün İran, ABD tarafından kendisine uygulanan abluka ve ekonomik yaptırımlara rağmen kendisini “nükleer eşiğe” getiren güçlü bir nükleer programa ve aynı zamanda yüksek düzeyde teknolojiye dayalı akıllı silahlar da dahil gelişmiş silah ihtiyaçlarının çoğunu üretme kabiliyetine sahip. Yine bugün; Lübnan, Irak, Suriye, Yemen… çok sayıda komşu veya uzak ülkede önemli siyasi ve askeri ağırlığa sahip güçlü müttefiklerden oluşan bir ağ kurmayı başarmış durumda. Şu anda Gazze Şeridi’nde “İsrail”e karşı kararlı bir varoluş savaşı yürüten Filistinli direnişçi gruplara birçok noktada destek ve yardım sağladığı da malum.

Kanaatimce, bugün “İsrail” ile askeri çatışma alanında, özellikle de Aksa Tufanı sonrasında yaşananlar, şu şekilde özetlenebilecek ve sunulabilecek birtakım gerçekleri göz önüne sermektedir:

İlk gerçek: ABD’nin, Arap-İsrail anlaşmazlığının asgari Arap ve Filistin haklarına yanıt veren dengeli bir çözümüne ulaşmak için dürüst bir arabulucu rolü oynama yeteneği veya arzusu üzerine olan bahis çökmüştür. Bu sebepten bu iddiaya tutunmaya devam etme ısrarının, sonsuza dek ortadan kaldırılması gereken patolojik bir intihar eğilimini yansıttığı söylenebilir.

İkinci gerçek: Bütün çabasını, tüm bölgeye hâkim olacak büyük bir Yahudi “devleti” kurmaya adayan Siyonist bir projeyle bir arada yaşamanın imkânsızlığı. Binaenaleyh ancak ve ancak “İsrail”in askeri yenilgisiyle gerçekleşecek olan ve bu projenin yapısında var olan ırkçı karakter kırılmadığı sürece onunla birlikte yaşamanın veya onu kabullenmenin formülünü bulmak elbette zor olacaktır.

Üçüncü gerçek: Filistin meselesinin, Arap ve İslam halklarının duygularını birleştirme ve onları, Arap ve İslam halklarına onlarca yıldır, özellikle de İran İslam Devrimi’nin teşekkülünün akabinde, büyük zararlar veren mezhepçiliği ve etnik bölünmeleri bir yana bırakmaya yönlendirme yeteneği.

Tüm bunlardan ötürü inanıyorum ki Filistinli direniş gruplarının ve Gazze Şeridi ile Batı Şeria’daki Filistin halkının efsanevi kararlılığı, Arap ve İslam halklarının yeniden birleşmesine ve “ortak düşmana karşı omuz omuzu” sloganı etrafında toplanmaya büyük katkı sağlayacaktır. Şimdi bütün silahlar, başka hiçbir şeye değil; ırkçı, sömürgeci ve yayılmacı Siyonist düşmanın göğsüne doğrultulmalıdır!

Çev. Muhammed Yaşar

Kudüs Haber Ajansı - KHA

Yorumlar
Adınız
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.