Neler olup bittiğini anlamak için konuyu ele alırken eldiven takmayı başkalarına bırakalım.
Düşman medyasıyla simetride asıl değiliz. Düşman medyası yıllarca hem iktidarla bir dirsek teması içinde hem askeri denetim altında kalmıştır. Artık sadece güvenlik tehditleri olarak gördüğü şeyleri önlemekle yetinmeyen askeri denetim, biz Araplar tarafından iyi bilinen bir sansür mantığıyla hareket etmektedir. Düşmanın sosyal medyada ayrım gözetmeksizin yapılan gelişi güzel paylaşım sorunlarına henüz bir çözüm bulamadığı biliniyor. Yani düşman ülkesini bir krize dahil etmeyen insanların “vatanseverliğine” güvenerek, söylememeleri gerekenleri söyleyenleri suç sayan bir yasa çıkarılmasını beklediğini görüyorsunuz.
Dün yaşananlar (Lübnan’dan İsrail’e atılan roketler –çev.), direniş ekseni ile düşman arasındaki açık çatışmayı bilen ya da bu çatışmaya dahil olan hiç kimse için şaşırtıcı değildi. Lübnan’dan düşmana karşı operasyon düzenleme fikri, bölgede ve dünyada yaşanan temel olayların kenarında yaşayanların gündemiyle bağlantılı değildir. İsrail konunun fazlasıyla farkında ve ciddiyetinin bilincindedir. Gece gündüz demeden batı Celile’deki ya da Celile’nin önündeki düşman yerleşimlerini hedef alan bombardımanın şekli, işgal rejimindeki taraflar da dahil olmak üzere pek çok kişinin hesaplarında olmayabilir. Ancak zamanlama, düşmanın işgal altındaki Kudüs’te provokatif operasyonlar yoluyla oynadığı test oyunu gölgesinde bekleniyordu. Onlar hala Lübnan’daki mevcut krizlerin sonucu olarak Hizbullah üzerindeki iç baskı olarak bilinen duruma göre hesap yapıyorlar. Bu hesabı savunanlardan bazıları, Suudi-İran anlaşmasının Lübnan cephesini dondurma yönünde bir etkisi olacağını bile düşündü, tıpkı deniz sınırı anlaşmasını işgalci varlığın kuzey cephesinde sükûneti sağlayacak bir kapı olarak gören ya da okuyanlar olduğu gibi.
Çok basit bir şekilde, Kudüs’ün Kılıcı Savaşı arifesinde ve sonrasında yaşananlar, işgale karşı direnen güçler arasındaki konumsal koordinasyon aşamasını sona erdirmiştir. Ardından başkentleri şehirlere ve tüm Arap dünyasını kapsayan merkezlere bağlayan büyük bir tren yola çıktı. Bu öyle bir tren ki, kaçınılmaz olarak beklenen çatışmaya yol açacak büyük bir savaşa girmenin sorumluluğunu ve maliyetini üstlenebilecek olanlar için açık bir trendir. Bu tren, işgal rejimin kökten silinmesi konusunda dünya halkalarını bir beklenti içine koydu. Kırk yıl önce, basiretsizlerin, sorumluluk almaktan kaçınanların, ihmalkârların ve düşman projesine dâhil olanların çoğu, 1982 Beyrut işgalinden sonra İsrail’in kendini kanıtladığını söylüyordu. Aynı kişiler, on yıl sonra, Filistin Kurtuluş Örgütü liderliği ile varılan uzlaşma ve kötü sonuçlanan Oslo Anlaşmalarından sonra, işgale direnmenin bir anlamı olmadığını düşündüler. Yine bunlar, 1985'teki özgürleşme savaşından 1987'deki ayaklanmaya, Lübnan ve Filistin'deki direnişin kararlılığına ve 1992 ile 1997 arasındaki zaferlerine, Lübnan’daki 2000 yılındaki kurtuluşa, Gazze'deki 2005 yılına ile 2006 yılındaki kararlılığa uzanan sonuçları da kabul etmeyi reddettiler. Ancak artık herkes biliyor ki direniş sadece işe yaramaz değil, aksine kazanımlarını koruyabilir ve daha büyük hedefe doğru büyük adımlar atabilir. Bu nedenle, Filistin’in tamamen özgürleştirilmesinden bahsetmenin bir tür delilik olduğuna inananlar biraz sakinleşmeli ve bu hayalin imkansız olmadığını anlamak için kırk yıl boyunca yaşanan her şeyi yeniden gözden geçirmelidir. Bu hayal imkânsız olmadığına göre, başarı unsurlarının ve yeterli gücün sağlanması gerekir ki son yıllarda düşmana karşı stratejik, siyasi ve güvenlik politikalarının birleştirilmesi yönünde sarf edilen muazzam çabalar da bunu gerektirmiştir. Bu ittifakın temellerini sağlamlaştırmak için durmaksızın çalışan devasa bir atölyenin kapısını açan da bu oldu. Mesele aynı zamanda doğrudan tecrübelerle de ilgilidir, birden fazla sahada düşmanla açık askeri ve güvenlik çatışmalarında yaşananlar da budur.
Buna göre, sahaları ve cepheleri birleştirme fikri artık bir slogan değil, mevcut bir olgu haline gelmiştir ve dünyada bu gerçeği en iyi idrak eden taraf düşman tarafıdır. Tüm güvenlik ve istihbarat faaliyetleri ile Arap ve Batı ülkeleriyle arasındaki mevcut siyasi işbirliği ve tüm saldırgan girişimleri, onun bu gerçeği doğru bir şekilde anladığını yansıtmaktadır. Ancak düşman tarafından atılan ve mantıksal hesaplamaların dışında görünen adımlar da var. Burada kastedilen, siyasi, askeri veya güvenlik kurumlarının profesyonelliğini küçümsemek değil, daha ziyade sessizce veya kendini kısıtlayarak baş edemeyeceği bir köşeye sıkıştığını hissetmesi ve bu nedenle krizine çözüm önermek zorunda kalması ve sık sık genel yapısında merkezi bir unsur olan güce başvurmasıdır.
İki yıldır yaşanan şey, düşmanın direniş ekseninin güçlerini ve sermayelerini bir araya getiren çemberi kırmaya çalışmasıdır. Ancak hesapların artık kendisini birçok alanda kısıtladığını biliyor. İslami Cihad hareketi tarafından yürütülen “sahaların birliği” savaşında düşman, Hamas’ı çatışmaya sürükleyecek herhangi bir eylemde bulunmamaya özen gösterdi. Kudüs’ün Kılıcı savaşında yaptığı gibi, Hizbullah'ın Filistin'deki direnişi desteklemek üzere büyük bir eylem gerçekleştirmesine kapı açmamak için kuzey cephesinde hesapsız bir adım atmaktan kaçındı. O, Lübnan ve İran gibi sahalarda güvenlik eylemi seçeneklerine başvuruyor. Ancak, Suriye cephesinde “mevcut bir düğüme” dayanıyor. Bu düğüm her ne kadar rahatsızlık verse ve Suriye liderliği üzerinde bir baskı unsuruna dönüşse de, direniş ekseninin programını bozmayan saldırılar düzenlemesine izin veriyor. Ancak buna rağmen düşman istediği hedeflere ulaşamıyor.
Pratik olarak, bölgedeki direniş güçlerinin kollarının iç içe geçtiği yeni bir aşama ile karşı karşıyayız. Dün yaşananlar, düşmanın Kudüs’te ya da başka yerlerde belirli sınırları aşması halinde kuzey cephesinin tüm gücü ve ana unsurlarıyla savaşa girmeye hazır olduğunun operasyonel bir göstergesidir. Düşman geçen saatler boyunca, bu kez hazırlığın artık bilinen sahayla sınırlı olmadığını hissetti. İlk kez Yemen’in savaşa katılacağından ve Ensarullah’ın gerekirse stratejik nitelikte saldırılar düzenleyeceğinden korktuğunu dile getirdi. Ayrıca Hamas ve İslami Cihat liderlerinin şu anda Beyrut’ta olduğunu biliyor ve İsmail Heniyye ve Ziyad en- Nehhale’nin sadece Filistin arenasında değil, iki hareketin savaşçılarının bulundukları her yerde hazır olduklarından bahsettiklerini duydu. Ayrıca Hizbullah’ın hiçbir tehdidi kabul etmeyeceğinin de farkındadır ve Hizbullah Yürütme Konseyi Başkanı Sayın Haşim Safiyüddin’in Kudüs’ün savaşta yalnız olmadığını söylediğini duydu. Hatta füze saldırılarından Hamas’ı sorumlu tuttuktan sonra düşmanın Lübnan’daki Hamas liderlerine suikast düzenleme ihtimaline ilişkin mesajı da duydu. Mesajı Hasan Nasrallah vermişti. Hizbullah ise bunu ona hatırlattı. Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah’ın daha önce, uyruğu ne olursa olsun, Lübnan topraklarındaki herhangi bir direnişçiye zarar verilmesinin, direniş tarafından doğrudan bir saldırı olarak değerlendirileceği ve düşmanın Lübnan’a karşı yerel saldırılar düzenlemeye karar verse bile direnişin buna sert ve hızlı bir şekilde karşılık vereceği uyarısında bulunan sözlerini hatırlatarak cevap verdi. Buradaki yerel saldırıların hiçbir şey ifade etmediğini biliyor, ama güney Lübnan sakinlerinin güvenliği herhangi bir tehlikeye maruz kalırsa, direnişin buna bir yanıtı olacaktır. Haftalar önce düşman, karşısındaki cephenin birden fazla sahada ve birden fazla düzeyde en şiddetli savaşları vermeye hazır olduğuna dair gerekli tüm işaretleri gördü. Bunun için düşmanın sadece kendi iç koşulların, tarihi Filistin’e ve çevresinde var olan ya da gizlenen ayaklanmanın durumuna bakması yeterliydi. Şimdi tercih onundur: Ya yeni gerçeklere teslim olur ya da kendi ayaklarıyla ölüme yürür!
Kudüs Haber Ajansı - KHA